Zafer Müjdesini Beklerken: Mescid-i Aksa

Biz ümidimizi hiç kaybetmedik.

Ve hakkında verilen hükme hiç razı olmadık.

Senin secdelerinde serinlettik alınlarımızı… Senin avlunda koşturduk çocuklarımızı… Sevincimizi anlamayacak olanlar etrafımızı sarsa da onlara aldırmadık. Yenildiğimizi söyleyenlere hiç inanmadık. Seninle vardığımız secdeler zaferimiz oldu. Seninle durduğumuz kıyamlarda tutunduk hayata. Ruhumuza dokunan elinle erdik huzura…

Ey Mescid-i Aksa… Ey zayıflığımızı yüzümüze vurmayan… Ey kalplerimizin kirlenmesine rağmen bizimle küs olmayan…

***

Biz inancımızı hiç kaybetmedik.

Zaafa düşüp, hüznümüzü biriktirmedik. Yanlışlara karşı doğruluktan asla vazgeçmedik.

Senin kubbenin altında dindirdik en şedit sancılarımızı… Senin mekanında tanıdık vefayı, vefasızlığı… Ahde vefayı, sözüne bağlı kalmayı, yanlışlara sapmamayı biz yanı başında öğrendik. İnandığımız yoldan dönmemeyi, buldurduklarını kaybetmemeyi biz yine seninle öğrendik.

Ey Mescid-i Aksa… Ey zafer müjdesini bekleyen… Ey utancımızdan yüzüne bakamasak da bizden asla yüz çevirmeyen…

***

Biz cesaretimizi hiç kaybetmedik.

Gözlerimizi kilitleyen hainlere karşı direnmekten başka muradımız olmadı. Dünyanın en rahat uykusundan uyanmaktan başka hayalimiz… Başkalarının hayali bizi korkutsa da korkularımızı cesaretle değiştirmeyi öğrendik senden… Hz. Süleyman aşkına, Hz. Meryem hatırına imanımızdaki yangının sönmesini hiç istemedik. Hz. Musa’nın şükrünü, Hz. İsa’nın tevekkülünü, Hz. Muhammed’in cesaretini kuşandık hainler kapına dayandığında… Zalimler sana saygı duymayı bıraktığında, senin için açtık ellerimizi semaya …

Ey Mescid-i Aksa… Ey acılarını unutup bizi avutan… Ey içimizdeki gülleri sulamaktan asla geri durmayan…

***

Biz hafızamızı hiç kaybetmedik.

Sana yapılanları unutursak kuruyacağımızı bilerek yaşadık bunca zaman… Senin bir taşına dokunulduğunda cümle Müslümanların içinin sızlayacağını ümit ederek yaşadık. Sen incinirsen, mekanında secdeye varan peygamberlerin incineceğini bilerek yaşadık. İliklerimizde hissetmezsek esaretini, tutsak olacağımız günlerin gelmesinin yakın olacağının bilinciyle yaşadık. Yaşadık ama sana acıyı yaşatmamak için birlik olmayı başaramadık.

Ey Mescid-i Aksa… Ey Nil’in komşusu… Ey Necid çöllerinin arkadaşı… Ey Mescid-i Haram’ın, Mescid-i Nebevi’nin kardeşi… Ey Tur-i Sina’nın özlemi…

***

Biz sadakatimizi hiç kaybetmedik.

Şehadeti senin için yaşamış kardeşlerimiz hatırına, zalimlerin zindanında imanını tazeleyenler adına, gözlerinin önünde ailesinin her ferdini kaybedenler aşkına biz senden asla vazgeçmedik.

İhanetin bin bir türlüsüne uğrasak da zincirleri kırmayı senden öğrendik. Zemininin altını kazanlar olsa da ayakta kalmayı senden öğrendik.

Biz vuslata talip, sen hürriyete… Biz sana ayarladık zamanı… Sen bizlere…

Ey Mescid-i Aksa… Ey yiğitlerin mekanı… Ey nebilerin makamı… Ey gözlerimizdeki ümidin kıvılcımı…

***

Biz aydınlığımızı hiç kaybetmedik.

Kaldığımız dünya zindanlarından senin mabedinin güneşine uyandık. İlk kıblemiz olmanın şerefini yaşadık. Senin yanında Miraca çıkmış bir peygamberin ümmeti olmakla taçlandık. Sana ihanet edenleri gördükçe kendimizden utandık. Derdinle dertlenmeyenleri duydukça gittiğimiz yolun yol olmadığını anladık.

Hayallerimizi sana siper etmeye hazırız.

Ey Mescid-i Aksa… Ey sayende sınandığımız mabet… Ey birliğimiz için duaya duran… Ey aynı safta olalım diye Rabbine yakarmakta olan… Ey acılarının dinesi, zincirlerinin kırılası mekan…

Hz. İbrahim, Hz. İshak, Hz. Yakup, Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Davut, Hz.Süleyman, Hz. Muhammed ve bütün peygamberler aşkına sende yeniden secdelere varmak istiyoruz. Kardeşlerimizle kıyama durmak… Yeryüzünün en güzel mabetlerinden olan sende affa layık olanlar arasına katılmak…

Yıkıntılar arasında secdelerde huzuru bulanların huzurundan nasiplenmek için Ey Mescid-i Aksa yakındır gelişimiz…

Dirilişimize tanıklık edeceğin gün bugündür. Suskunluğumuzun çığlığa dönüşeceği gün bu gündür. Acizliğimizin son bulacağı gün bugündür.

Ölümün ayrılık değil vuslat olacağı gün bugündür.

Sonsuz rahmet sahibinin merhametini nasipleneceğimiz gün bugündür.

Secdelerdeki miracımız bugündür.

TANKLARIN EZEMEDİĞİ YÜREKLERİN ANISINA…

Karanlığın orta yerinde korkuyu korkutanlar vardı. Cesareti kendisine zırh edinmiş olanlar ve meydanlara çıkanlar vardı. Ki onlar, özgürlüklerini hainlere çiğnetmeyecek kadar yürekli olanlardı. Hayallerine kimse dokunmasın,  yarınlarının ufku karartılmasın diye meydanlara inenlerdi onlar… Onlar ölümü öldüren, zulmü devirenlerdi.

Kimse gecenin içinden Güneş’in çalınacağına inanmamıştı. Hainlerin yanı başımızda dolaştığına… Kardeşin kardeşle kırılacağına… Merhametin yerini nefrete bırakacağına kimse inanmamıştı önce… 

Şehrin göbeğinde hain bir pusunun ortasında kalanlar kıblesini şaşırmış olanların tuzağındaydı. Vicdanlarını bir masala kurban edenler, zihinlerindeki labirentlerden kurtulup  gerçeği bulamadılar. Onların gerçeği, suni bir dünya kurmak için aldıkları emirdi.  Yüreklerini satanların vatanı satmaktan geri durmadıkları bir geceydi 15 Temmuz Gecesi… Tankların şehrin sokaklarında hoyrat dolaşmalarına şahitti şehrin bütün gül yüzlü çocukları… Anneler şahitti… Babalar şahitti hainlerin kurdukları pusuya…   

Halkına başkaldıran, peygamber ocağının bekçileri olamazdı… Vatanı korumaya söz verenler, halkını kendi topraklarında ölümün kucağına atamazdı.  Biz sizi ölmeye gönderdik, özgürlüğümüz için… Biz sizi şanlı bir davaya sahip çıkın diye gönderdik. Ağladık… Kınalar yakarken ellerinize vatana kurban olun dedik arkanızdan…  Kandırılacağınızı bilemedik.  Sizlerden birçoğu da bilemedi.  Kalbimizin kanayacağını bilemedik. Ölmeye kimse bu kadar hazır değildi… Öldük, öldürüldük.  Katiller, önce kardeşliğimizi öldürdüler…  Hainler, önce yüreklerini satılığa çıkardılar. Halkı da kendileri gibi yüreksiz sandılar.

O gece… 15 Temmuz ihanet gecesi… Sınırların ötesinden gelen emre boyun eğenlerin hainliklerini ilan ettiği bir geceydi… O gece cesaretini kuşananların alnı ak, başı dikti.  O gece aşkın zaferiydi. Tankların sürüklediği ülkemin insanlarının zafere yürüyüşlerinin kutlandığı bir geceydi o gece… Halkın kurşunları yoktu. Aşkı ve imanı vardı ama…  Ellerinden tuttukları çocukları ve eşleriyle zaferi kazanmaya yetecek azimleri vardı. Halkın cesaretiydi bu ülkeyi zilletten izzete taşıyan… Cesaret Türkiye’ye sevdalı olanların kuşandığı en çelik zırhtı. Ölüme koşarken kimse gözünü kırpmadı. Tankları umursamadı. 

İnananlar ölümü öldürmeye koştular.  İnananlar, ateşin onları yakmayacağını bildiklerinden her biri bir İbrahim oldular… Karanlık pusuların başında nöbet tutmaya meyleden bir milleti yıldıramadı hainler… Ruhunu satmış olanlara “zafer bu milletindir” diyenler al bayrağı ezdirmediler… Namusumuzu çiğnetmediler.

O gece Ankara’da milleti koruması gereken tanklar, bu milletin üzerine yürüdü… O gece akıllar tutuldu, o gece insaf ve merhamet susturuldu. O gece kalbimizden vurulduk önce… İçin için kanayan yarasına aldırmadı ölümün peşinden koşanlar…  Yarınları huzur içinde olsun diye, çocukları ağlamasın diye, bu vatan satılmasın diye meydan okudular ölüme…

Aşkı vatan olanlar, hiç yenilmedi. Aşkı bayrak olanlar, hiç üzülmedi… Dedelerinden kalan emaneti kimse hiç kimseye teslim etmedi.  

O gece mahşer… O gece mazlumlar duada… O gece bütün inananlar ayakta… Ezan sesleri yükseliyor minarelerden… Sala sesleri yükseliyor Türkiye’den… Millet vatan nöbetinde… Millet elinde bayrak, dilinde tekbir ile ölme niyetinde…

Bu millet vatan bölünmesin diye, ülke zifiri bir karanlığa teslim olmasın diye şehadeti nur gibi kondurur ülkesinin başına… Tankların altında hayalleri ezilse de, ümitlerini devirip dökse de bu tanklar gazi olmanın şerefini taşır herkes göğsünde… Yarınlara anlatacak kahramanlık hikayeleri birikir 15 Temmuz Gecesinde…

İhanetin adıdır 15 Temmuz… Susmayacağımızın, zulme boyun eğmeyeceğimizin ispatıdır. Girift bulmacaları çözdüğümüz bir gecedir 15 Temmuz…  Eşkali belli olmayan katilleri deşifre ettiğimiz bir gece…  Dostu düşmanı tanıdığımız bir gece… Aklını başına alanlarla, yüreğini ortaya koyanların aynı safta buluştuğu bir gecedir 15 Temmuz gecesi…

Bizim meselemizin siyaset olmadığını herkesin anladığı bir gece… Vatanın, ülke bütünlüğünün, birlikte olmanın, özgürce yaşamanın yeniden anlam kazandığı bir gecedir 15 Temmuz…

Hainlerin hizmetkarları! Bu ülke bizim…

Aklını bir meczuba teslim etmiş olanlar! Bu millet bizim…

Yüreğini karartanlar! Bu topraklar bizim…

Ve emin olun bu millet, bu necip millet, ruhunu satmamış olan bu millet vatanı böldürmeyecek…

Düğüne gider gibi gideceğiz ölüme…  

Yarınlarımız babalarının, kardeşlerinin, annelerinin kahramanlık destanlarıyla büyüyecekler…

Ve hiçbir çocuğun hayalleri tankların altında ezilmeyecek. Bu böyle biline…

Beyaz İhtilale Doğru

Beyaz İhtilale Doğru kitabı Türkiye’nin kritik bir süreçten geçerken kendini buluşunun ve ayakta kalışının tezahürüdür. Samimiyetle verilen bir mücadelenin halkın nazarında nasıl hayat bulduğunun izleri vardır dünde. Dünün hatırasını bugünlerde yâd edebilmek için geçmişin o zorlu mücadelesini unutmamak gerekir. Demokrasi yolunda hayatını ortaya koyan liderlerin en çetin zamanlarda Türkiye’ye kazandırdıklarını yarının evlatları da unutmamalıdır.
Kesintiye uğratılan demokrasiler değildir sadece, gelişen ve kalkınan ülkemizdir. Gelişmenin önüne set olmak isteyenlerin ideali milletin iradesine sahip çıkmak değildir. Beyinleri ve ruhları ipotek altında olanların yarınlara söyleyecek sözleri de yoktur.

Beyaz İhtilale Doğru | Kitapyurdu

https://www.kitapyurdu.com/kitap/beyaz-ihtilale-dogru/646495.html

https://www.dr.com.tr/Kitap/Beyaz-ihtilale-Dogru/Arastirma-Tarih/Politika-Arastirma/Turk-Politika/urunno=0002041096001

GÖZYAŞI NE RENK?

Tut ki, zaman bütün hasretleri yuttu! Bilmiyorsun gerçek bildiklerinin sahtece sana yutturulduğunu…Veya hayal olduğunu, susturulmanın ardından hiç duyamayacağım haykırışlarını beklememin…

Tut ki, yaşlı bir sonbaharın kucağındayım. Bütün baharları sona ekledim. Son olan herşey, bahar özlemiyle bitsin diye… Daha baharlara doyamadan sonun güzelliği ile sarhoşum. Gerçi güzel olan, sonbaharın avuçlarında sunduğu ölüm muştusudur. Ebed buluşmasıdır sonu mükemmelleştiren…

Gecelerden ve sonbahardan bir daha bahsetmemeye sana söz vermiştim.

Tut ki, senin unuttuğun sözler de var. Yerine getiremeden çekip gittiğin… Veya “son veda” da gittiğim için göremediğim, nemli gözlerinin isyankârlığını unuttuğun günler de var.

Hiçbir şey söylemesen de olur.

Tut ki, bir veda busesi kondurmuşum geçen günlerin yanağına. Nicedir kimselere “dost” diyemiyorum. Farzet ki hâlâ dostumsun benim. “Hadi gel! Fazilet için yarışalım.” diyorum. “Sevgiyi unutanlara anlatalım, idealimizi çalıp götürenlere açtığımız seferde yorulasıya ileri atılalım.”

Çaresizce “sonra” diyorsun.

Tut ki, uzaklardan kös sesleri duyuluyor. Dedem Yavuz’un çağrısını işitiyorsun. Hâlâ mı irkilmedin? Hadi eğerle atını…

Nihayet uzun süren çağrılar ardından, gitmek için eğerliyorsun atını… Bütün atlar eğerleniyor. Şebnem kokusu doldurmuş yüreğini. Çölleri çiçek tarlaları yapmaya koşuyorsun. Şimdi çöllere rahmet yağıyor.

Bütün atlar delirdi mi ne?

Gülüyorsun.

Tut ki, zaman seninle ağladı. Mendil sundun zamanın gözlerine. Çocukların katledilmediği bir mekânda yarını bekliyorsun. Çığlıklar göğü kaplamıyor.

Bil ki, o mekânda sen cesaretsin. Çocukların ellerini tutup ulaşmak istediği, ulaşacakken kaçıp kaybolan ümitsin…

Sahi bu mekan neresi?

Mekân, yarınlara küsmüş bebeklere unuttuğumuz sevgiyi anlattığımız yerdir.

Cesaretin, tozlu sayfalardan kaldırılıp, bileklere yüklendiği…

İşte orasıdır mekân…

Adını diyemem. Haince bir pusu kurulur ardımdan… Belki kalemimi kırarlar da yazamam diye korkarım.

Mekân, ağlamaktan gözyaşları kurumuşların, sorsan “gözyaşı ne renk?” diye, al olduğunu söyleyenlerin yeri…

Soğuk cesetler bulvarlar boyu serilmiş. Mekân orası…

Zamanı ağlattın da ne oldu?

Vefasızdır zaman. Öyle vefasız ki, kendinden olanı umursamaz. Uzak kalanları yüreklerden de uzaklaştıracak kadar vefasız…

Bir de tutmuş övünüyorsun. Övünecek, sevincinle gökleri titretecek ne kaldı? Herşeyi maziye gömdükten sonra göğü böyle yumruklayışın neden?

Ne duruyorsun hâlâ? Eskiden olduğu gibi eğerle atını…

Tut ki, gökler kapılarını açtı sana, pervâz edip, uçasın diye…

Tut ki yağmur değil, ak çiçekler boşalıyor yeryüzüne…

Bunca eyleştiğin yetmez mi senin?

Hadi koştur atını ıraklara…

Tut ki, şehidler üstüne, senin üstüne doğdu gün…

Tut ki, orası Cennet diyârı…

(Altınoluk Dergisi-Haziran 1994, 100. Sayı, 37. Sayfa)

Sen Geldin Baharlara Gül Değdi

Yıldızların ayakları değiyordu yerlere…
Göğün kapıları açılıyordu.
Sesler arşa uzanıyordu “Allah” diye…
Biz mesafelerin çok gerisindeydik.
Geç kalınmış zamanların yasaklıları…
Yaşadığı zamanın zavallılarıydık.
Yetişememiştik …
Yetişememiştik o çöl diyarında yetişen gülü görmeye…
Nasipsiz zamanların tiryakiliğine aldanmışlardık.
Yazıklı ve eyvahlı kavgaların kıskacında kendini kaybetmişler arasındaydık.
Yıldızlar geceye selama durduğunda…
Göğün kapıları açıldığında…
Sesler arşa “Allah” lafzıyla ulaştığında, bizler ne yazık ki daha doğmamıştık.
Yeryüzü berekete kanmıştı.
Hz. Amine, aminler arasında Muhammed’in sancısındaydı.
Ve Hz. Amine evladına yanmıştı.
O gelmeden daha adını İncil ve Tevrat yazmıştı.
Bilenler gelenin sevincinde, gelmesini istemeyenler yalanların esaretindeydi.
Köleler bekliyordu O’nu…
Diri diri toprağa gömülen kız çocukları bekliyordu.
Malları talan edilenler.
Hakkı elinden alınan yetimler bekliyordu.
Şefkati tatmamışlar, okşanmamış başlar bekliyordu O’nu…
“Gelse, ah bir gelse” diyen diller sükutta…
Gönül yangın ortasında…
Zaman ise güle varmaktaydı.
Merhamet katarları geçiyordu yüreklerin içinden…
İlmek ilmek yankılara, yumak yumak muştular değiyordu.
Uykusuzlara kutlu seherler, ölümü uyku sananlara kutlu bir direniş diriliyordu.
Zincirleri kırılası kalplerin gül kokan sabahlara karışan nefesi yetişiyordu bu bekleyişe…
İfritlerin aldanışına, Ahuramazda’nın yok oluşuna, putların kırılmasına sadece anlar kalmıştı.
Bedene küsmüş ruha, sabaha yakın düşe, söze hüküm veren manaya sadece vuslat kalmıştı.
Güneşin şahitliğine, yıldızların secdeye duruşuna, ayın ikiye ayrılmasına sadece bir sürur kalmıştı.
Cılız yalanlar örselemişti dünyayı…
Deseni kaybolmuş izbe kentlerin alnına yağmalanmış bir hüzün değmişti.
Zembereğinden boşalmıştı zaman…
Ve akşamlar güneşe talip olmuştu.
Şairlerin tükenmişti ilhamı…
Kralların bölünmüştü hülyası…
Adına adanmıştı kainat…
Adına aydınlanmıştı nurlar…
Sen geldiğinde ahval öğrenecekti muhayyileyi…
Sen geldiğinde kalemler saf tutacaktı.
Geldiğinde sen, amansız kalabalıklar kaskatı kalacaktı.
Yıldızların ayakları yere değiyordu.
Gökyüzü başına yıldırımları çekiyordu.
Güneş gölgeye düşman kesiliyordu.
Fırtınalar kopmaya direniyordu.
O geliyordu çünkü.
Sen geldiğinde senin gülüşüne vurulanlar, eğreti tutkuları fırlatıp atıyordu.
Tutsağı oldukları medeniyetsizliğin kapısına asma kilitler vuruluyordu.
Sen, yalnızlıkları kalabalıklarda çoğalttın.
Ateşi suya sevdirdin. Suya ateşi…
Dikene gülü öğrettin, bülbüle gülü…
Faniye ebedi söyledin, ebede ezeli…
Ölümlüye firaki sevdirdin, firake visali…
Bizim bahtımıza sensiz nisanlar düştü.
Sureti gül kokusunda hissetmeye çalışmak düştü.
Mesul olduğumuz günlerin ağır yüküyle, günahların tehdit ediciliğiyle şefaatini dilemek düştü.
Yarı yolda kalmışlığın ezikliğiyle en başa dönüp avuçlarımızdaki kirlerden önce arınmak düştü.
Vehimlerin ve vesveselerin zincirlerinden kurtulmak düştü önce bize..
Ve sonra…
Tekbirler geçen gönlümüze senan değdi.
Semamıza inayetin… Gözümüze hüsnün erdi.
Çilemiz nar olup yandığında, sabrımıza sedan değdi.
Yanılgının hicabına gül çehrenin canı değdi.
Sensizlik içimizde niyaza dönüştü bir gün.
Kabul olunmuş dualarda bulduk seni…
Seni istemek istemeyi bilmekti.
Umutlarımızın kaçamak yaptığı zamanları bir duaya değiştik.
Atan nabzımızın ritmi değişti.
İçimizdeki küllerin rengi değişti.
Ve titreyen gecelerimizin rüyası değişti sonra…
Seni bulmak için yattık en derin uykularımıza…
Sana varmak için çıktık en kutlu yolculuğumuza…
Bimarhaneye dönen günlerimizi, viraneye dönen sermayemizi, hapishaneye dönen yağmalanmış bu şehri bırakıp geldik bir gün kapına…
Ve dönüşlerimiz hep ağlamaklı.
Yine geleceğimizin umuduyla…
Sen geldin. Ve yıldızlar dile geldi.
Tekbirler getirdiler sabaha karşı.
Sen Geldin Baharlara Gül Değdi. Ellerimize ellerin…
Ve hanemize Medine’nin ıtırları değdi.
Yüreğimizin ta ortasına elif ve mim yazıldığından beri özlemekteyiz seni…
Seni ve bize hayat vereni…
Sözümüze ses değdi.
Günümüze selamın.

UNUTTUK BİR OLMAYI… UNUTTUK BİRLİKTE YÜRÜMEYİ…

Unuttuk söz vermişliğimizi… Hakk’a boyun eğmeyi… Adaletten ayrılmamayı… Unuttuk merhamet katarlarının önü sıra gitmenin en şerefli yolculuk olduğunu… Yolda yürümeyi unuttuk… Çiçekleri ezmemeyi… Başkalarının ayağı takılıp düşmesin diye yol ortasında duran taşları kaldırmayı unuttuk.

Dünyanın sevgi ile kurulduğunu unuttuğumuzda başladı her şey… Vicdanların karasına aldandık. Kalbimizde hiç kimseye yer açmadık. Açmadık ve üşüdük…

Elimize gizlice tutuşturulan notlara, kulağımıza fısıldanan sözlere kandık usulca… Yitirilmiş duygularla memleketin sokaklarında güven içindeki çocukları ağlattık önce… Sonra eli kalbinin üzerinde acısını dindirmeye çalışan anneleri… Ufuksuz yerlerde ölümün kucağına attık akranlarımızı… Aynalara bakarken katil yanımızdan korkmadık. Bizim de bir gün öleceğimizi hatırlamadık. Bir çocuk yüzünde gördüğümüz acıyı unuttuk en vahşi yanımızla…

Cansız bir bedenin kaldırımlarda sürüklenişinden zevk duyan hainlerdik biz… Davası olmayan, ideallerini üç kuruşluk pazarlıklarla satan, kendi suratının karalığını başkalarına çalanlardık… Hain olarak adımızın anılacağını söylemedi bize telkinlerde bulunanlar… Aslında bir o kadar korkak, bir o kadar da yüreksiz olduğumuzu söylemedi kimse…

Aradığımız huzurdu… Sonsuz kere huzur…

Huzuru kan ve gözyaşında arattırdılar bize… Ruhumuzu isyan eden sözcüklerle donattılar… İsyankar olduk ülkemize… Aldığımız nefese öfke, içtiğimiz suya zehir karıştı. Aklımız tutulup kaldı yalanlarla… Uğruna bağırıp, akranlarımızı taşlamamıza sebep olanlar bizi gün ortasında yalnız bıraktı. Dostluğumuzu elimizden aldılar. İnançlarımızı, hayatımızı, anılarımızı çaldılar.

Aynı sokak aralarında birlikte büyüyen çocuklardık biz… Kurduğumuz oyunlarla pekişen samimiyetimiz vardı. Kirlenmemiş hayallerimiz… Aynı yağmurun altında ıslanırken, bir ekmeği bölüşürken tanıdık akranlarımızı… Yaşadığımız dünyanın hepimize yetecek kadar büyük olduğunu öğrenmiştik önce… Biz küçüktük ama uğruna yaşamayı bildiğimiz toprak büyüktü. Hepimiz birdik ve birlik olmaya söz vermiştik. El ele tutuştuğumuzda kimse aramıza girmesin diye sıkıca kenetlenmiştik akranlarımızla… Yan yana duruyor, omuz omuza veriyorduk. Ayaklarımız toprağa sağlam basıyordu. Çünkü biz birbirimize inanıyorduk.

Aradığımız birlikti… Sonsuz kere birlik…

Birlikte yürüdüğümüzde yoldaki engelleri umursamazdı hiç kimse… Arkamızda bıraktığımız güzel izler olsun diye hep en iyisine taliptik. Çocuktuk… Hayallerimiz dünya kadar, dünya bizim kadardı. Zaferi biz yazıyorduk. Göğsümüz kabarıyordu sevinçten… Bizim küçücük yüreklerimiz, kocaman sevgilerimiz vardı.

İmha edilmeden önce yarınlarımız, bozguna uğramadan yarına dair planlarımız, akranlarımızla aramıza kara bulutlar girmeden önce her şey gökkuşağı kadar eşsizdi. Türkiye’yi seyreder, dünya bizi kıskansın diye dualar ederdik her seher vakti… Ülkenin bütün karanlık sokaklarında bizim yaktığımız kandiller ışıldayacaktı. Kimsenin çılgın sözlerine aldanmayacak, ruhumuzun ayarıyla oynamalarına izin vermeyecektik.

Aradığımız beraberlikti… Sonsuz kere beraberlik…

Nil Nehri, Ganj Nehri kana bulanmasın diye… Kızılırmak, Dicle, Fırat kurumasın diye… Annelerin gözünden bir damla yaş çıkmasın diye… Güller bin kere gülsün, karanfiller hoyrat eller tarafından ezilmesin diye söz vermiştik. İzbelerde yazılmadı bizim hikayemiz… Altına kardeşlik diye imza attık samimiyetimizin… Beraber hiç duraksamadan hüzünlü coğrafyaları isyandan uzak tutacak, kurtuluş ezgileri söyleyecektik. Kahramanların gülüşünde bir payımız olacaktı. Uykularını korkuyla bölmeyecekti çocuklar… Genç kızlar bir kabusa uyanmayacaktı. Genç erkekler yaşamlarının baharında ölüm uykusuna yatmayacaktı. Annelerin avuçlarına kan dolmayacak, babaların kaderi yalnızlık olmayacaktı. Ümitler talana uğramayacak, düşlerimize prangalar vurulmayacaktı.

Aradığımız samimiyetti… Sonsuz kere samimiyet…

Geri kalmış düşünceleri en taze fikirler gibi gündemimize kimse sürmeden önce samimiydik. Gözlerimizin içine bakarken tanırdık acıyı ve sevinci… Yüzümüzün mimikleri ele verirdi bizi… Yalana teslim olmaz, doğrudan ayrılmazdık. Bizim yüreğimizde yeni sevgiler açardı, Kimseyi kalbinden vurmazdık. Kimseden nefret etmez, haset nedir bilmezdik. Yaşarken yaşatırdık etrafımızdakileri… Yaşarken güldürürdük sevenlerimizi… Biz önce samimiyetimizi kaybettik. Sonra sevdiklerimizi…

Şimdi tam zamanı birlik ve beraberliğin… Unuttuğumuz tüm duyguların hatırına, yenildiğimiz zamanların hesabını sormak adına tam zamanı kendine gelmenin… Bizi hain planlarına şahit tutanlara inat, bizi kötü emellerinde kullananlara inat dirilmek zamanı bu zaman…

Beynimizin kıvrımlarını alt üst eden düşünceleri hurdaya çıkarmak için, cılız fikirleri kaldırıp atmak için, korkak tavırları maskesiz yaşamak için ümit etmek zamanı bu zaman…

Yeryüzünde fitne çıkaranları boş emellerinde boğmak için, içimizdeki karanlığı tüketmek için, basit çıkarları uğruna huzuru bozanlara haddini bildirmek için kardeşlerini sevmek zamanı bu zaman…

Rabbimiz, yeniden yürümeyi ve sevmeyi öğrendiğimizde önce içimizi dağlayanları düştükleri yerden kaldırma cesareti ver bize…

Unutulmuş duygularımızı hatırlamayı, rahatımızı kaçıranları gönül gözüyle görebilmeyi nasip eyle!..

Yaşamaya ve etrafımızdakileri yaşatmaya verdiğimiz sözü bize hiç unutturma Rabbimiz!. Hırsımızı fesat çıkaranların oyuncağı yapma!… Bize bozguncu yaftasını vurdurtma! Köklerimizden aldığımız cesareti önce gövdemize sonra dallarımıza hakim kıl! Dallarımızın altında nice ümitler dinlensin…

Rabbimiz, huzurun ikliminde akran olanları el ele koştur yeniden. Dünyanın kocaman olduğunu ve herkese yeteceğini hatırlat anlayışı azalmış olan bizlere… Tökezleyerek yürüdüğümüz yolu koşarak bize tamamlattır.

Birliğimizi bozanlara fırsat verme… Bize kaybettirilen değerlerden daha iyisini kuşanmayı bize nasip eyle!..

Kardeşliğimizi Ensar ve Muhacir kardeşliği gibi sağlam kıl… Bencilliğimizin üzerini ört ki, başkalarının yaralarını saracak dermanı kendimizde bulalım.

Bize rahmetinin kapılarını arala ki, hatalarımız karşısında affına mazhar olalım.

Birliğimizi daim eyle! Yürüdüğümüz yolu bize hayırlı kıl! Ülkemizin, kardeşliğimizin, dostluğumuzun, samimiyetimizin üzerindeki nurunu azaltma Rabbimiz!.. (Amin, amin amin)

UNUTTUK BİR OLMAYI… UNUTTUK BİRLİKTE YÜRÜMEYİ…

HER ŞEY BİR DUAYLA BAŞLADI

Affa kavuşabilmek için yapılan bir yakarışla başladı her şey… Hz. Adem ile Hz. Havva’nın duasıyla başladı…

“Ey Rabbimiz. Biz kendimize zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve rahmetinle bize muamele etmezsen muhakkak ziyana uğrayanlardan oluruz.”

Rahman’ın rahmetinden sağanak sağanak nasiplenmek istenilen bir zamandı. Rahim olana ihlasla bağlandılar. Rahmetinden ve korkulardan emin olmakla başladı her şey… Adanmıştı hayatlar. Adananlar bundan sonra aldanmayacaktı.

“Kim Allah’a güvenirse, O ona yeter.”

Rahman olandan gönlüne genişlik vermesini isteyen Yakup gibi teslim olmaktı samimiyet… Beklemek ihlasla… Gözünün yaşını silmeyi unuturcasına beklemek… Hasret kor olup yaksa da beklemek bir gün sevdiğine kavuşacağının umuduyla… Gözlerini feda etmekti Yakup için samimiyet… İnanmaktan vazgeçmemekti yaratıcıya…

Yusuf’un teslimiyetindeydi samimiyet… Kör bir kuyudan yüreklerin sultanı olmaya erişmekti. “Dünyada da ahirette de ey göklerin ve yerin yaratıcısı benim Yarim sensin” diyebilmekti samimiyet…

Hz. İbrahim gibi bir duruşla başladı her şey… Esirgeyen ve bağışlayan Rahman O’nun samimiyetiyle ateşleri gül eyledi.

Hz. İbrahim gibi bir güvenle başladı her şey… Merhametlilerin en merhametlisi olan, O’nun samimiyetiyle ekinsiz bir vadiyi cennet eyledi.

Hz. İbrahim’in Rabbine verdiği bir sözle başladı her şey… Oğlunu kurban etmeye hazırlanan bir babaya Rahim olan, O’nun samimiyetiyle koçu kurban eyledi.

Hz. Musa’nın yakarışı ile başladı her şey… “Rabbim beni şu zalim milletten kurtar. Bana indireceğin her hayra muhtacım.” Hz. Musa’nın yakarışındaydı samimiyet… Kızıldeniz O’na yol, Firavun için mezar olurken gerçeği görebilmekti samimiyet…

Hz. Muhammed’e inanmakla başladı her şey… Güçsüzlerin dayanağı olan Rabbe samimiyetle bağlanmasıyla başladı her şey…

Dilinin Rabbi anmamasından endişe duyan, kalbinin Rabbi unutmasından korkan Nebi’nin yanında binler… O’na inananlar her gün yıldızları düşürdüler yüreklerine… Varlık bir hiçti Nebi’nin varlığı yanında… Dünyadan yüz çevirenler, yerlerin ve göklerin nuruna samimiyetle bağlandılar.

Samimiyet, bağlanmaktı.

Samimiyet, adanmaktı.

Bir sığınaktı aranan… Sığınılacak olana adananlar her gün bin gönülle çıkacaklardı en kutlu yolculuğa… Kimseden yüz çevirmeyecek olan Rabbin sevgisiyle, ihlasın en güzeli ile çıkılacaktı bitmesi istenmeyen yolculuğa… Teslimiyet ihlasla başlamıştı.

Her şeyini kaybedene bir teselli sunmakla başladı her şey… Kalplerde olanı bilene teslim olmaktan öteye yol olmadığını anlatmakla başladı her şey… İman, kazanmaktı. Yüreği elem içinde bırakmamaktı iman… İçindeki kötülükleri dışa vurmamaktı. Acıtan sözleri söylemekten uzak durmaktı iman …

Teslim olanlar vardı. İhlası ile diz çökenler… “Bizi de aranıza alın, inananların safında olalım” diyenler vardı. O safa katılanlar dünyanın en şanslı, en mesut insanlarıydı.

Ashab-ı Suffe olmakla başladı her şey… İhlas kalkanını kuşananlar zincirlerini kırmış olmanın zaferinde, affa layık olma ümidindeydi. Onlar güzel olana vurgun, onlar Efendiler Efendisi’nin ahlakına talipti.

O’nu sevmekle ve O’na inanmakla başladı her şey… O yanındakilere ve bize ihlası öğretti.

Ve dedi ki:

Din samimiyettir.

Din samimiyettir.

Din samimiyettir.

“İnananlar Allah’a dayansınlar.”

Önce Allah’a karşı samimiyeti öğretti bize Efendiler Efendisi… Namaz kılarken, oruç tutarken, zekat verirken, haccımızı yaparken ve Yaratanın varlığına şahitlik ederken samimi olmayı O’ndan öğrendik.

Kalbimizin söylettikleri ile dilimizi kenetledik. Hz. Yusuf’u Hz. Yakup ile buluşturan Rabb’e, Hz. Eyyup’a sabrı ihsan edene, Hz. İbrahim için ateşi güle çevirene içten bağlanmayı O’ndan öğrendik. Samimiyet, sevdiğini Allah için sevmekti.

***

Kur’an’a karşı samimi olmayı öğretti bize Kainatın Efendisi… Kur’an, sure sure ruhumuza işleyendi. Ayet ayet bedenimizi süsleyendi. O’nu okumamak dilimize ihanetti. O’nunla amel etmemek ihsanı geri çevirmekti.

Hayatın kitabı Kur’an…

Hayatı anlamlandıran kitap Kur’an…

Nuruyla nurlanacağın kitap Kur’an…

Bize kitaba samimiyetle inanmayı O öğretti. Samimiyet, Kur’an’ı hayatımıza dahil etmekti.

***

Allah’ın peygamberine karşı samimi olmayı öğretti bize Kainatın güneşi… O’nun sözlerinde bulduk esenliği… O’nun ikliminde bulduk selameti… O’nunla çıktık tevhid yolculuğuna… O’nunla ulaştık korkunun yok olduğu mekanlara…

Hiç kimse sevilmedi O’nun kadar ve özlenmedi O’nun kadar hiç kimse… Dilimizin bağını çözmeyi O’ndan öğrendik… Çoklukta hiç olmayı… Hiçlikte sır olmayı O’ndan öğrendik. Severken ihanet etmemeyi, içimize düğümlenmiş yalnızlıkları çözmeyi, çalınmış masumiyetin izini sürmeyi O’ndan öğrendik.

O, kurtuluş müjdesi,

O, ruhumuza değen nur-u ilahi…

O samimiyet rehberi…

Samimiyet, O nurla aynı yolda yürümekti.

***

Yöneticilere karşı samimi olmayı öğretti bize Nebiler Nebisi… Hz. Ebubekir’e sadakati, Hz. Ömer’e adaleti, Hz. Osman’a hayayı, Hz. Ali’ye cesareti nakşeden Rahman’ın en güzel emanetçileriydi Onlar…

Açın halinden anlayandı Onlar…

Yetimin hakkını gözetendi.

İslam’a hizmette öncü, ülkesini sevmekte öndeydi Onlar…

Toplumun kanayan yarasına merhem, sesi kısılanlara gür bir seda idi onlar…

“Nasıl olursanız öyle yönetilirsiniz” hitabını işitip, emanete sahip çıkmakta birinciydi onlar…

Samimiyet, sırrı ifşa etmemekti. Samimiyet, halk ile el ele vermekti. Samimiyet, yönetilenin de yönetene ihanet etmemesiydi.

***

Müslümanlara karşı samimi olmayı öğretti bize Havz-ı kevserin sahibi… O’nunla kurtulduk zaaflarımızın ateşinden… O’nunla öğrendik fakiri hor görmemeyi… O’nunla başladı özgürlükler… O’nunla bitti ruhların köleliği…O’nunla öğrendik ölçülü davranmayı… İlişkilerimize fesat karıştırmamayı, hasedi, ara bozmamayı O’ndan öğrendik.

O’ndan öğrendik kin tutmamayı… İnsanlığı… İnsanlığın onurunu ayakta tutmayı… O’ndan öğrendik sevmeyi, adaleti… O’ndan öğrendik merhameti ve söz vermeyi…

Sahipsiz kalmış bir eli tutmayı, öfkeyi sabırla yenmeyi, kardeşi kardeşe tercih etmemeyi O’ndan öğrendik.

O, samimi olanların en güzeli… Biz samimi olmaya çabalayanların en acizi…

Samimiyet, O’nun safında ilerleyebilmekti.

***

Ey gönül saraylarının yegane sultanı!

Bütün samimiyetimizi kuşanarak sesleniyoruz sana…

Ey ellerinden hayata tutunduğumuz sevgili…

Ne olur bırakma ellerimizi!

Ne olur bırakma ellerimizi!

Ne olur bırakma ellerimizi!

HER ŞEY BİR DUAYLA BAŞLADI

SENİ ANLATMAYA GÖZLERİNDEN BAŞLAMALIYIM USTA

Gözlerinde aradık kaybolmuş heveslerimizi… Yiten hayallerimizi… Gözlerin bir güneş kadar sıcaktı. İliklerimizi donduran kabuslardan uyandığımızda korkularımızı da kaldırıp atmıştık uzaklara…

Zamanı sen mi gölgelemiştin? Biz zamanı esir mi etmiştik? İçinden çıkılması mümkün olmayan soruların cevabını nasıl vermiştin? İnsafı kaybolmuş cümlelerin hayatımıza hangi boşlukta girdiğini unutturmuşlardı… Gözlerinin içine bakmaya korkuyorlardı en çok… Düne dair yarım kalan ne varsa, saklandıkları yerden bir gün çıkacağını biliyorlardı. Gözlerin umuttu. Çölün ortasında susuz kalmış çocuklara gözlerinden taşanlar ufuktu.

Yürekleri yangın yerine dönmüş annelerin kulaklarındaydı sesin. Sesin susturulmuş diyarların insanlarına ulaşan bir çağrıydı. “Kalkın diyordun. Kalkın ve dimdik durun ayakta…” Sesin yalnız coğrafyalarda zulümden titreyen nice canlar için hayattı. Sen konuşunca nefsi ile boğuşanlar kulaklarını tıkamaya devam ediyordu. Sen konuşunca asırlar boyunca dilimizi kilitleyenler sana diş biliyordu.

Sen cesaretimizdin. Güçsüz olduğumuzu hissettirenlere inat şaha kalkmış cümlelerin vardı. Hayatın yokuşlarında yorulmamayı senden öğrendik. İrademize sahip çıkmayı, haksızlığın karşısında susmamayı, zayıfın yanında olmayı, mazlumu yüceltmeyi senden öğrendik.

Biz Anadolu’nun yalnız çocuklarıydık. Yanımızda durduğun günden beri unuttuk yalnızlığımızı… Kendi haline bırakılmış, kaderine terk edilmiş çocuklar gibiydik. Konuşsak ağzımızı sımsıkı kapatırlardı. Gülmek yasaktı. Düşünmek yasaktı. Ötekilerin renkli dünyası vardı. Bizim dünyamızı karartmışlardı. Özgürlüğün rengi var mıydı? Annelerin üşüyen ellerini öz oğulları gibi tutan yanınla tanıdık. Tanıdık ve sevdik seni… Sen ezilmiş çiçekleri avuçlarına alıp okşayandın. Güle gülüşleriyle can katandın. Solgun bir tene dokunduğunda rengini kızıla çalandın. Zayıflara omuz veren sendin. Düşeni kaldıran, yoksul düşleri zenginliğe boğan… Annelerinin sağlığı için ağlayan genç kızların ayağına doktoru götürerek onlara çare olan Sendin. Sana ulaşan her hitaba muhatap olan Sendin. Senden istenilenleri karşılıksız bırakmayan… İnsanlığımızı hatırlatan… Onurumuzu yerlerden kaldıran… Bizi boynu bükük bırakmayan Sendin…

Hayallerimizi ezip geçmeye çalıştıklarında köşeye çekilip içli içli ağlamayı bildik. Hülyamızı kanatanlar vardı. Gökkuşağımızı çalanlar vardı. Düşüncelerimize zincir vuranlar… Orta Çağ adetlerine bizleri mahkum etmeye çalışanlar vardı.

Dünyanın gözü kararmıştı. Biz senin gözlerinin ışığıyla yola devam ettik. Yürüdük. Yorulmadan yürüdük. Durmadan yürüdük. Sesin sesimiz oldu. Sözlerinle diri tuttuk ümitlerimizi… Sen konuştukça dünya kulaklarını tıkadı. Senin gözlerinden dünyaya bakmayı bilmeyenler Orta Doğu’nun kanını emmeye çabaladı. Masumların gözbebeğiydin sen… Yetimlerin babası… Öksüzlerin, yolda kalmışların durağıydın. Sen, kurulmuş tuzakları bozandın. Engelleri aşandın. Halimizden anlayan, bir kuru sofraya oturan, çatlamış dudaklarımıza gönül çeşmenden su taşıyandın.

Dünün şahidi olan, yalnızlığımızı avutan, bizi biz yapan gözlerinden başlamalıydık seni anlatmaya… Seni anlatmaya bizi biz yapan sözlerinden başlamalıydık. Sen konuştun ve dünya sustu.

Sen bugünümüzsün. Sen yarınımızsın. Sen bütün coğrafyaları kucaklayan yanınla yüreğimizin ufkundasın.

Biz çocuklarımıza seni sevmeyi öğrettik. Biz çocuklarımıza dünyanın karşısında dimdik duran bir liderin cesaretini gösterdik. Biz çocuklarımızın geleceğini önce Allah’a sonra Efendiler Efendisi’nin sözlerinden cesaret alan bir güzel yüreğe teslim ettik.

Bayrağımız dalgalandıkça adın yaşasın gönüllerimizde… Sen çok yaşa Uzun Adam… Sen çok yaşa Usta… Sen çok yaşa gönüllerin Fatihi… Sen çok yaşa Recep Tayyip Erdoğan…

Yaşa ve yaşat seni sevenlerini…

SENİ ANLATMAYA GÖZLERİNDEN BAŞLAMALIYIM USTA

HÂLÂ ALIŞAMADIM SESSİZCE GİDİŞİNE…

Hüznünü yalnız bırakmak isterdim. En koyu gecelerde yalnızlığının bölünmesini… Tebessüm ettiğin zamanlarda bahara dönen çehrenin hiç değişmemesini isterdim… Sana en çok yakışan rengin kırmızı olduğunu bilmeni… Her sabah günümü aydınlatan selamını işitmeyi sevdiğimi… “Sen nasılsan ben öyleyim” dediğimi duymanı isterdim en çok…

Rüzgarın saçlarını dağıttığı bir Eylül sabahında tanıdım seni… Zaman bizi çok yakınlaştırmadı. Mekan baş başa verip konuşmaya hiç müsait olmadı. Kalabalıklar arasında seni ilk günden fark etmiş olmama rağmen senin iç dünyandan uzak oluşuma kızgınlığım da bir türlü geçmek bilmedi. Ardından koşup yetişmeye çalıştığım zaman her zaman benden alacaklıydı. Anlatacağım çok şeyler vardı oysa… Saçlarının her bir telini rüzgar savurduğunda umutlarının da uzaklara savrulmasından korktuğumu söyleyecektim. Sağanak bir yağmurda fark ettirmediğin gözyaşlarının içimin ateşlerine değdiğini… Sendeleyen bir hayalin peşine tutunup kalmandan duyduğum korkuyu usulca söyleyecektim kulağına…

Bir kağıt üzerine alelacele yazmaya çalıştığın cevapların içinde aradım seni… Uzaklara dalıp gitmelerinde kaybolmanı hiç istemedim. Ellerinin titrediğini gördüğümü bilmedi istemedim. Zoraki gülüşlerine tanık olduğumu bilmeni… Rüzgarda dağılan saçlarını usulca tarayıp toplamak istediğimi de bilmeni istemedim.

Her şeyin vakti vardır diyordum. Sessizliğini bozacak cümlelerin en güzelini bulmaya çalışıyordum. Başını bir yere yasladığında daldığın dünyalara beni de almanı umuyordum. Öfkeni derin bir kuyuya salacağın günün geleceğini sanıyordum. Bakışlarında aniden beliren alaysı tavırlarını anlamak için kendimi fazlaca zorluyordum. Sen inanmasan da etrafına ördüğün kaleyi aşabilmek için gönlümden mancınıklarla gül goncaları atıyordum. Saçlarına papatyalardan örülü taçlar takıyordum. Çok yakıştığını söylemek için de sabırsızlanıyordum.

Bana öğretilmiş her şeyi seninle paylaşacak, öğrendiklerimden karanlıklarda yol bulmana yardım edecek vaktim olmadı ne yazık… Yanlışlarımdan kendine dersler çıkarmanı umacak… Hayatın gelgitlerinin olduğunu söyleyecek… Boşa harcanan vaktin bir daha geri gelmeyeceğini anlatacak vaktim olmadı. Kendinle kaldığında omzuna el atıp “yanındayım” diyecek günüm olmadı.

Zaman önce senin yakana yapıştı. Seni koparıp götürdü benden… Aynı şehirde başka bir yere göç edişine aklım ermedi. Sana alışmışken senin bize alışamayışın içime hiç sinmedi. Veda edemeden ayrılışına anlam veremedim. Sessizce gidişine alışamadığımı sana bildiremedim. En ön saflarda seni göremediğimde hastalandığını zannedip üzüldüğüm zamanları sana diyemedim. Başarılarınla yarınlarda en iyi yerlerde olacağını sana söyleyeceğim günlere erişemedim.

Ufka dalan gözlerinin sırrını çözmek için nasıl çaba sarfettiğimi anlamadın hiç… Başını ellerinin arasına aldığında “beni de gittiğin yerlere davet eder misin” dediğimi duyamadın… Seni anlamak için tanımaya çalıştım. Ama gidişinle tanıyamadığımı anladım. Gidişinle seni tanıyamadığıma daha çok hayıflandım. Saçlarını usulca tarayamadığıma bin defa pişmanlıklar yaşadım. Yanağına bir sıcak öpücük kondurmadığım için defalarca kendime kızdım… Gözlerinin ta içine bakarak seni seviyorum diyemedim küçük kız…

Sen gideli bir hafta olmuştu. Alışamamıştım yokluğuna… Saçlarını dağıtan o rüzgardan seni soramamıştım.

Sonra … Sen gittikten hemen sonra sessizliğinin ve dalıp gitmelerinin sebebini öğrendim… Meğer fırtına senin yüreğindeymiş… Meğer biz hayatın zorluklarını tanımaya çalışırken sen zorlukların içindeymişsin… Daha iki yaşındayken asit kazanına düşen babanı kaybetmişsin… Bedeni kazanın içinde yok olup gitmiş… Bir daha yüzünü hiç görememiş, yanağını hiç öpememişsin…

Dört yaşındayken sokakta oynadığın oyundan ayrılıp eve gelmişsin… Anneni yerde uyuyor zannedip üç gün yanı başında kalmışsın… Komşularınız gelmese oracıkta annenin kucağında kalmaya devam edecekmişsin. Annen sobadan zehirlenip hayata veda etmiş. Sen ana kucağından da küçük yaşta mahrum kalmışsın.

Sonra teyzen bakmaya başlamış sana… Hala onun yanındaymışsın…

Sen gidince yalnızlığını anlayamadığıma kızdım en çok… Hayatındaki boşlukları hissettirmeden seni sarıp sarmalayamadığıma kızdım… Gözlerine bakıp hüznünü anlayamadığıma, seninle bir köşeye çekilip konuşamadığıma…

Sen gidince arkadaşlarına sordum seni… Kimse yalnızlığını bilmiyormuş… Anne ve babanın hayata erken veda ettiğinden hiçbirinin haberi yokmuş…

Ah küçük kız! Ah çilelerine kimseyi şahit yapmayan! Ah gözlerinin karasında dünyanın acılarını saklayan! Ah kabullenemediği gerçeklerle yüzleşmeye hala korkan küçük kız… Elimi uzatsam tutar mısın? Gözlerimin içine bakıp benimle ufka dalar mısın?

Seni unutmadım küçük kız… Aradan geçen yıllara rağmen seni hiç unutmadım… Basit uğraşlarda ve sıkıntılarda çözülenlere senden ayrı geçen zamanlarımda hep seni anlattım… “Ayakta durmaya çalışan o küçük kız kadar yürek yok sizde” dedim yaşadıklarını dert sananlara… Varlık içinde yokluk yaşadığını zannedip hala hayatından memnun olmayanlara seni anlattım…

Geleceğin aydınlık olsun küçük kız…

Seni hiç unutmadım. Ve rüzgarın dağıttığı saçların hiç aklımdan çıkmadı…