Çehresi değişmiş sevinçlerimin hayallere perçinlenmiş yanında nasıl da unuttum seni sormayı? Örselenmiş kuytulara pası gitmemiş delilikleri kazırken, hayaline bir daha bakmayı unuttum.
Kirli sokakların kaldırımları öğütürken taşralı bedenimi, o çocuksu bakışlarını masum heveslerin yanına koymayı unuttum işte… Körelenin hisler değil de, kendim olduğunu söylemeyi unuttum. Anlamsız kalabalıkların etrafına uçuştuğu günlerde, ben tomurcuğa bile durmamıştım. Oysa pembeydi yüzünü dahi göremediğin çiçek… Yaban gülü müydüm neydim? Yabancılara karşı ürkek, sana dünden meyilli… Toprağı kanatırcasına kazıdın tırnaklarınla… Yenibaştan hayatı denemek için çoraklaşan bahçenin gülünü, yaban gülünü suladın “baharım” diye… Mecalsiz, sesi boğulmuş yabancılığımla bakakaldım sana… Feryadımı öldüren dilsiz hecelerin gizemli ve ürkek yanına söz söylemeye dermanı dahi yoktu.
Çorak zindanımda kendi kendimin katili olurken, senin hercailer devşiren yanına seslenmeye utandım. Uyanamadığım dualarının üşüdüğü tapınaklardı. Çünkü diyordum, çünkü tapınaklar hüzne ayarlı yüreğimin dinlendiği yerlerdir. Acemi korsanlar kılıçlarını göğsüme sapladıklarında, sımsıcak acımı dindirmeye yetişirdi gözlerin… Gözlerin diyordum, gözlerinden başka yandıramazdı hiçbir ateş… Ve o gözlerden başkası benim için ağlamazdı. Şimşekleri delirten kıyametler kopardı. Bütün depremlerin tanık olduğu dağınık yüreğime sen lütufkar ve yaşamını sürerdin. Nehirler taşmazdı belki… Sevincinden ve sevginden seni yaşamaya alışık gönlüm taşardı.
Nasıl da unuttum kumral diyarlara sürgün edilmiş şiirimin titrek kafiyesini? Neşesi gelmemiş yalnızlığımda, körebe oynayan güneşin ışığı karartırken günümü, nasıl da unuttum seni?..
Kybele’nin saçları toprağı tutuştururken Zeus Tapınağı’nda ayinler yapılırken yeniden denedim yaşamayı… En başından sen de denedin. Babil Kulesi’nden gecenin yıldızları görünmüyordu. Biliyordum senin parlaklığını seçemiyordu kimseler… Truva atı koşamıyordu, yetişemiyordu hayallerine… Biliyordum kurbanını seçmişti tanrılar… Tapınakların duvarlarından kan sızıyordu. Benim yüzüm pembeye çalıyordu hala… Sen yaban gülünü “baharım” diye seviyordun. Tapınakların duvarları çatladı. Tanrılar öfkelenmişti senin güzelliğine… Çirkefe ve yalana bulaşmamış yanına, saflığına… Gözlerindeki lütufkar ve şefkatli baharlara… Tanrılar baharlarda doğmayı unutmuştu biliyorum. Baharlar siyah zulmün kusmuklarını üzerlerinde taşıyan yeryüzü tanrılarını doğururken öldürmeye başlamıştı. Ayinler sona eriyordu bir bir… Tapınakların sütunları devriliyordu. Kybele en kötü rüyasına uyanıyordu. Toprağın bereketi çekilmişti çoktan… Tapınaklar hüzne ayarlı yüreğimin dinlendiği yermiş diyordum. Dinlendiğim, hasatsız bırakılmadığım mevsimler, senin delişmen heveslerinmiş.
İsrafil surunu üfürmeden, taşralı bedenimi çek kurtar kirli sokaklardan… Sana dünden meyilli yaban gülünü çorak topraklardan kurtar. Tapınakların korsanları acemice sallamasınlar kılıçlarını göğsüme…
Ve ölüm sonsuzluğun baharına açarken iri gözlerini, dağlarda ateşler yakan sen, hisseme düşen alevi ver ömrüme… Ve yalnız canıma işlesin yalvarışı hüzünlü sesinin…
Sussun şimdi kambur cüceleri şehrin… Bir göz süzülsün kırılan hayalinin üstüne… Gönlüm dirilsin, İsrafil surunu üfürdüğünde… Benden uzakta bekleyen, senin sinene giren gün, acemi yalnızlığına geç kalmasın.
Dar vakitlere adanmış sevdaları söylemeye korkan, deli ağıtlar döner dolaşır dilimde… Gözlerine fer olmaya utanan cılız ışıklar savrulur gittiğin yerlere… Benden uzakta bekleyen, geldikçe de sana yakınlaşmayan alacalı günlerim, sırtını düşmana vermiş kavgalarımda buluşur şimdi… Ve ölüm sonsuzluğa açar iri gözlerini… Yaban gülü yabancılaşır selam değmemiş, üzerinden bulut çekilmemiş yaşamlara… Kan tutar pembeye çalan yanaklarını yaban gülünün… Muhbirler son ihbarlarını yaparlar, meçhul ihanetler geçer toprağın yaralı bağrından… Toprağı kanatır bir daha tırnakların… Hevesi kalmaz güneşin, karanlıklar sıvışır. Benzi solmuş baharlar da esiri olmuştur gitmelerinin…
Nasıl da unuttum inkara gelmez acıları? Özlemeyi nasıl da unuttum? Gülmeleri, baharlar da yeniden dirilmeyi? Firavun gömülürken Kızıldeniz’e, Kybele’nin saçlarını tutuştururken toprak, Babil Kulesi’nden yıldızlar görünmezken nasıl da unuttum göğsümdeki yangını söndürmeyi? Tapınakların duvarları çatladığında söylemeliydim sana, pembeye çalan yüzümün koyu bir karanlığa gömüldüğünü… Ellerinle işlediğin toprağın bereketinin çekildiğini… Feri çekilmiş gözlerinin gölgelediği düşlerinin başka baharlarda gelmeyeceğini…
Yaban gülü müydüm neydim? Yabancılara karşı ürkek, sana dünden meyilli… Yaban gülünü kanattın “baharım” diye… Tapınakları yıkıldı kıskanç tanrıların… Yeni şölenler yapmalı yaban gülüne…Yeni şölenler… Dilsiz heceleri kan rengine boyamalı… Işıkları en başından yakmalı… Bu şehri baştan sona yakmalı oysa… Sancılarla uyanmalı yaban gülü kazıdığın toprakta? Sancılarla gelmeli bahar ölümün üşüdüğü diyara… Çıkart bileğimden kelepçeleri… İsrafil surunu üfürmeden taşralı bedenimi çek kurtar. Muhbirler son ihbarını yapmadan, yollara pusu kurmadan acemi cellatlar çek kurtar aşkını… Zeus Tapınağı’nda başlamadan ayinler, yanımdan uzaklaşmadan hayallerin çek kurtar aşkını… Zeus Tapınağı’nda başlamadan ayinler, yanımdan uzaklaşmadan hayallerin çek kurtar yaban gülünü bulanık sabahlardan…
Usulca tut heveslerimi… Güneşten önce düş düşlerime… Kolla gecelerini yalnızlığımın…
Çığlıkları can çekişirken tapınak putlarının, çığırtkanı ol ufuklarımın… Titret toprağı yeniden…Avuçlarında harabesi kalsın yanlış dünlerin? Yıkılsın harabeleri muhbirlerin… Yalancı tanrıların tapınakları yıkılsın… Yaban gülünü “baharım” diye sularken, sendeleyen günler yıkılsın.
Ellerin diyordum. Ellerinden başka kimse sürmez beni toprağa… Gözlerin diyordum. Gözlerinden başka kimse yandırmaz beni aşka…
Usulca dirilir toprağı şehrin… Can suyu yaşına kanar yaban gülü… Ve ellerin işler toprağı… Gölgeleri siler süpürür geri dönmelerin…
Yaban gülü müydüm neydim? Yabancılara karşı ürkek, sana dünden meyilli…