YABAN GÜLÜ MÜYDÜM, NEYDİM

Çehresi değişmiş sevinçlerimin hayallere perçinlenmiş yanında nasıl da unuttum seni sormayı? Örselenmiş kuytulara pası gitmemiş delilikleri kazırken, hayaline bir daha bakmayı unuttum.

Kirli sokakların kaldırımları öğütürken taşralı bedenimi, o çocuksu bakışlarını masum heveslerin yanına koymayı unuttum işte… Körelenin hisler değil de, kendim olduğunu söylemeyi unuttum. Anlamsız kalabalıkların etrafına uçuştuğu günlerde, ben tomurcuğa bile durmamıştım. Oysa pembeydi yüzünü dahi göremediğin çiçek… Yaban gülü müydüm neydim? Yabancılara karşı ürkek, sana dünden meyilli… Toprağı kanatırcasına kazıdın tırnaklarınla… Yenibaştan hayatı denemek için çoraklaşan bahçenin gülünü, yaban gülünü suladın “baharım” diye… Mecalsiz, sesi boğulmuş yabancılığımla bakakaldım sana… Feryadımı öldüren dilsiz hecelerin gizemli ve ürkek yanına söz söylemeye dermanı dahi yoktu.
Çorak zindanımda kendi kendimin katili olurken, senin hercailer devşiren yanına seslenmeye utandım. Uyanamadığım dualarının üşüdüğü tapınaklardı. Çünkü diyordum, çünkü tapınaklar hüzne ayarlı yüreğimin dinlendiği yerlerdir. Acemi korsanlar kılıçlarını göğsüme sapladıklarında, sımsıcak acımı dindirmeye yetişirdi gözlerin… Gözlerin diyordum, gözlerinden başka yandıramazdı hiçbir ateş… Ve o gözlerden başkası benim için ağlamazdı. Şimşekleri delirten kıyametler kopardı. Bütün depremlerin tanık olduğu dağınık yüreğime sen lütufkar ve yaşamını sürerdin. Nehirler taşmazdı belki… Sevincinden ve sevginden seni yaşamaya alışık gönlüm taşardı.

Nasıl da unuttum kumral diyarlara sürgün edilmiş şiirimin titrek kafiyesini? Neşesi gelmemiş yalnızlığımda, körebe oynayan güneşin ışığı karartırken günümü, nasıl da unuttum seni?..

Kybele’nin saçları toprağı tutuştururken Zeus Tapınağı’nda ayinler yapılırken yeniden denedim yaşamayı… En başından sen de denedin. Babil Kulesi’nden gecenin yıldızları görünmüyordu. Biliyordum senin parlaklığını seçemiyordu kimseler… Truva atı koşamıyordu, yetişemiyordu hayallerine… Biliyordum kurbanını seçmişti tanrılar… Tapınakların duvarlarından kan sızıyordu. Benim yüzüm pembeye çalıyordu hala… Sen yaban gülünü “baharım” diye seviyordun. Tapınakların duvarları çatladı. Tanrılar öfkelenmişti senin güzelliğine… Çirkefe ve yalana bulaşmamış yanına, saflığına… Gözlerindeki lütufkar ve şefkatli baharlara… Tanrılar baharlarda doğmayı unutmuştu biliyorum. Baharlar siyah zulmün kusmuklarını üzerlerinde taşıyan yeryüzü tanrılarını doğururken öldürmeye başlamıştı. Ayinler sona eriyordu bir bir… Tapınakların sütunları devriliyordu. Kybele en kötü rüyasına uyanıyordu. Toprağın bereketi çekilmişti çoktan… Tapınaklar hüzne ayarlı yüreğimin dinlendiği yermiş diyordum. Dinlendiğim, hasatsız bırakılmadığım mevsimler, senin delişmen heveslerinmiş.

İsrafil surunu üfürmeden, taşralı bedenimi çek kurtar kirli sokaklardan… Sana dünden meyilli yaban gülünü çorak topraklardan kurtar. Tapınakların korsanları acemice sallamasınlar kılıçlarını göğsüme…

Ve ölüm sonsuzluğun baharına açarken iri gözlerini, dağlarda ateşler yakan sen, hisseme düşen alevi ver ömrüme… Ve yalnız canıma işlesin yalvarışı hüzünlü sesinin…

Sussun şimdi kambur cüceleri şehrin… Bir göz süzülsün kırılan hayalinin üstüne… Gönlüm dirilsin, İsrafil surunu üfürdüğünde… Benden uzakta bekleyen, senin sinene giren gün, acemi yalnızlığına geç kalmasın.

Dar vakitlere adanmış sevdaları söylemeye korkan, deli ağıtlar döner dolaşır dilimde… Gözlerine fer olmaya utanan cılız ışıklar savrulur gittiğin yerlere… Benden uzakta bekleyen, geldikçe de sana yakınlaşmayan alacalı günlerim, sırtını düşmana vermiş kavgalarımda buluşur şimdi… Ve ölüm sonsuzluğa açar iri gözlerini… Yaban gülü yabancılaşır selam değmemiş, üzerinden bulut çekilmemiş yaşamlara… Kan tutar pembeye çalan yanaklarını yaban gülünün… Muhbirler son ihbarlarını yaparlar, meçhul ihanetler geçer toprağın yaralı bağrından… Toprağı kanatır bir daha tırnakların… Hevesi kalmaz güneşin, karanlıklar sıvışır. Benzi solmuş baharlar da esiri olmuştur gitmelerinin…

Nasıl da unuttum inkara gelmez acıları? Özlemeyi nasıl da unuttum? Gülmeleri, baharlar da yeniden dirilmeyi? Firavun gömülürken Kızıldeniz’e, Kybele’nin saçlarını tutuştururken toprak, Babil Kulesi’nden yıldızlar görünmezken nasıl da unuttum göğsümdeki yangını söndürmeyi? Tapınakların duvarları çatladığında söylemeliydim sana, pembeye çalan yüzümün koyu bir karanlığa gömüldüğünü… Ellerinle işlediğin toprağın bereketinin çekildiğini… Feri çekilmiş gözlerinin gölgelediği düşlerinin başka baharlarda gelmeyeceğini…

Yaban gülü müydüm neydim? Yabancılara karşı ürkek, sana dünden meyilli… Yaban gülünü kanattın “baharım” diye… Tapınakları yıkıldı kıskanç tanrıların… Yeni şölenler yapmalı yaban gülüne…Yeni şölenler… Dilsiz heceleri kan rengine boyamalı… Işıkları en başından yakmalı… Bu şehri baştan sona yakmalı oysa… Sancılarla uyanmalı yaban gülü kazıdığın toprakta? Sancılarla gelmeli bahar ölümün üşüdüğü diyara… Çıkart bileğimden kelepçeleri… İsrafil surunu üfürmeden taşralı bedenimi çek kurtar. Muhbirler son ihbarını yapmadan, yollara pusu kurmadan acemi cellatlar çek kurtar aşkını… Zeus Tapınağı’nda başlamadan ayinler, yanımdan uzaklaşmadan hayallerin çek kurtar aşkını… Zeus Tapınağı’nda başlamadan ayinler, yanımdan uzaklaşmadan hayallerin çek kurtar yaban gülünü bulanık sabahlardan…

Usulca tut heveslerimi… Güneşten önce düş düşlerime… Kolla gecelerini yalnızlığımın…

Çığlıkları can çekişirken tapınak putlarının, çığırtkanı ol ufuklarımın… Titret toprağı yeniden…Avuçlarında harabesi kalsın yanlış dünlerin? Yıkılsın harabeleri muhbirlerin… Yalancı tanrıların tapınakları yıkılsın… Yaban gülünü “baharım” diye sularken, sendeleyen günler yıkılsın.

Ellerin diyordum. Ellerinden başka kimse sürmez beni toprağa… Gözlerin diyordum. Gözlerinden başka kimse yandırmaz beni aşka…

Usulca dirilir toprağı şehrin… Can suyu yaşına kanar yaban gülü… Ve ellerin işler toprağı… Gölgeleri siler süpürür geri dönmelerin…

Yaban gülü müydüm neydim? Yabancılara karşı ürkek, sana dünden meyilli…

İŞTE DÜŞLERİM GERİ GİDİYOR

Ve gecenin karanlığı geçiyor üstümden… Yağmurlar boşanıyor inadına… Kuşlar ağlıyor. Denize yürüyorum ansızın… Ellerim kayboluyor bir gece vakti…

İşte adımlarım geri gidiyor. Sebepsiz yok oluşlar harcıyor beni… Hayatın acıtan yanını sevmek gelmiyor içimden… Üşüyen yanımla tek başıma yok oluyorum. Bir adımlarım geliyor seninle, bir de yitmeyecek kelimeler…

İşte korkularım geri gidiyor. Gündüzü tüketen korkularım, esaretin biçimsiz kıyafetlerini giyiniyor sanki… Kını çekilmiş rüzgarın oysa… Ölümün de nefesi kesilmiş. Güller tek başına ölüyor gülüm… Hayaller tek başına üşüyor. Bıçaktan daha keskinmiş pazarlıksız yarınlar… Ham acılar daha da acı…

İşte yangınlarım geri gidiyor. Nemlenen gözlerimin dermanı çekilmiş. Vurgun yemiş dallar çatırdıyor gündüzün ortasında… Cellatlar sehpaları çoktan dikmiş. Ölümü yatırmışlar pusuya… Vakit çoktan çekilmiş.

Güneşin rengi yok şimdilerde… Gülen bebeklerin kundağını beşiklerden çalanlar yoruldu mu yaşamaktan? Analar yoruldu mu yavrularını uyutmaktan? Ninnilerin umudu çekilmiş çoktan… Karanfillerin kokusu kan tadında… Yalnız kaldı bütün çiçekler, kimsenin bilmediği kuytularda… Oysa ellerim kaybolmuştu bir gece vakti…

İşte düşlerim geri gidiyor. Aynadaki hayalim batıyor denizlerin buzul rengine… Bulutlardan sağanaklar değil, ifrit hünerler boşalıyor. Yeryüzü kanıyor bir kere daha… Şiirler yanıyor, yangın yerinde… Kıyametler kopuyor şehrin karanlığına… Bu şehri yağmur tutacaktı oysa… Sana bir türkü diyecektim az sonra… Az sonra çınlayacaktı kulakların…

İşte nefeslerim geri gidiyor. Bu ayrılık ilk değil gülüm… Nereye gittiği bilinmez insanların. Sabahlar olur uyanamazsın. İçinde çarpışan yağmurlar, hangi şimşekleri çaktırır? Yağmurlar boşanır inadına ve denize yürünür ansızın…

İşte ellerim kayboluyor bir gece vakti… Ümit sonsuza kadar benimdir. Güller ölmemiştir hala gülüm… Kim toprağı sürer gövdeme? Ve çocuklar bilirler mi üşümediğimi?.. Çocuklar bilirler mi barışın sıkılan yumruğunu? Bilirler mi düşlerinin çalınmadığını?.. Ama ben bilirim anaların hala yorulmadığını…

İşte geliyorum. Başımda kuşlar, elimde güllerle… Denize yürüyorum aniden… Ellerim saçlarını okşuyor gecenin… Cellatlar devirin sehpaları… Çiçekler dirilmiştir kuytularda…

Güller ölmemiştir… Güller ölmemiştir.

KALEMİ KONUŞTURAN ÜSTAD: HATTAT HASAN ÇELEBİ

Bir sırrı keşfetmekteydi zaman… Mekan sırdaşını tanımaktaydı. Kalem sıcak bir el kendisine dokunduğu için bahtiyar, kağıt harflerle tanışmış olmanın huzurundaydı. Kağıdın hüznü dağılsın diye mürekkep nehir olup akardı. Harflerin kaderi kağıda ve mürekkebe sırrını açmaktı. Sabrı teselli ile yoğurmaktı Hattatın kaderi…

Güneşe doğru iltica eden bir güzel yürektir, kelam ve kalem ehlidir O… Kağıt ve kalem arasındaki aşka şahittir O… Zirvedeki imtihana talip, zoru başarmaya azimlidir O…

1937 yılında Erzurum’un Oltu’ya bağlı İnci Köyü’nde başlar hayat yolculuğu… Yoklukları varlığa değişmeye meyilli, ateşin içindeki güle sevdalıdır O… Kendi halinde yaşayan bir ailenin üyesidir Hasan Çelebi… Kağıt ve kaleme tutkundur tutkun olmasına ama okula gidememiştir. II. Dünya Savaşı’nın getirdiği ağır hayat şartlarına rastlayan çocukluğu onun hayallerini ertelemesine yol açacak, içindeki bu aşk yıllar sonra kalemin üstadı olarak anılmasına sebep olacaktı. İlk hocası dayısı sayesinde köy kahvesinin duvarına asılan Köroğlu ve Köylü gazetelerine bakarak okumayı ve yazmayı öğrenecek hatta okula giden çocuklara da dersler verecekti. Mısır koçanından yaptığı kağıtlarda huzuru bulacak, iz çıkaran kamışları hünerli elleriyle kaleme dönüştürecekti. O eller ki, kalemin de kağıdın da hakkını verecek ellerdi…

Kağıt karşılığı yaptığı ezberler ona hafızlığın yolunu açacak, hafızlık ise İstanbul’un kapılarını aralayacaktı. Bir uzun yürüyüşün öncüsü olmak, karanlığa bir kandil yakmak, gönüllerde taht kurmak düşecekti payına…

Hasan Çelebi sultanların rüyası, şairlerin methiyesi olan İstanbul’a geldiğinde henüz on altı yaşındaydı. Onun gözünde İstanbul bir hattatın elinde çizilmiş zarif elif gibiydi. İstanbul’a Kur’anı-ı Kerim’i tecvid ve erkanı ile öğrenmek için gelecek ilk durağı Bacağı Kesik İsmail Efendi olacaktı. Fatih’te Üç Baş Medresesi’nde beş ay, İsmail Ağa Medresesi’nde altı ay kaldıktan sonra oradan da Çinili Medresesi’ne geçecekti. Altı ay sonra Üsküdar Müftülüğü’nde müezzin vekili olarak görev alacak bir yandan da İstanbul’da ders aldığı medreselerin ve gittiği camilerin hatlarını taklit edecekti. İstanbul’da yaptığı askerlik dönüşünde evlenmek için gittiği Erzurum’da kalacak üç yıl sonra dayanamayıp İstanbul’a geri dönecekti.

Yıllarca müezzinlik ve imamlık vazifelerini yapacak, mezar taşlarına duyduğu ilgi onu Taşçı Yusuf ile tanıştıracak ve hat derslerinin yolu açılacaktı. Hattat Hamit Aytaç ile tanışıklığı Taşçı Yusuf sayesinde olacaktı olmasına ama Hoca meşgul olduğundan onu öğrencisi Halim Özyazıcı’ya yönlendirecekti. Halim Hoca ile başlayan hat dersleri dört ay sonra Halim Hoca’nın vefatı sebebiyle yarım kalacaktı. Kendisini boşlukta hisseden Hasan Çelebi Ömer Nasuhi Bilmen’in oğlu Avni Bilmen’in vasıtası ile tekrar Hamid Aytaç’a gidecek ve on sekiz yıl boyunca Onun öğrencisi olma bahtiyarlığını yaşayacaktı. Hamit Aytaç Hoca’nın vefatı ile geride bıraktığı vasiyeti Hasan Çelebi ile hat sanatının yeniden neşet edeceğini ortaya koyacaktı. “ Mezar taşımı Hafız Hasan yazsın.”

Hocanın vefatı ile duyduğu üzüntüden kağıdı kalemi altı ay eline alamayan Hasan Çelebi, bu yokluk ve zorluk dönemlerinde sohbetlere gidecek, araştırmalar yapacak ve kitaplar okuyacaktı.

1975’de Hamit Aytaç’tan sülüs ve nesih, 1981’de Kemal Batanay’dan rik’a ve talik meşk ederek dört yazıda icazet sahibi olan Hasan Çelebi artık tanınmış bir hattattı.

Kalem onun elinde konuşacak, kağıt sükut edip o kalemin sesini dinleyecekti. Sabrı hayatına aksettirecek, talebelerine sadece doğru yazmayı öğretecekti. Bildiklerini esirgemeyecek, kapısına gelen herkes onun sevgi ve sabır halkasında buluşacaktı.

Hayatı ile sanatı bütünleşecek, mihrap ile kalem arasında geçen ömrüne güzel şahitler bırakacaktı. Mihrap ve kalemi yar bilen Hasan Çelebi, kalemi sadece kağıda değil öğrencilerinin ruhlarına da değdirecek, onların hayatlarında unutulmaz izler bırakacaktı. Tevazu ile beslenen yanında gururdan izler taşımayacak, duvarlara meşk edilen yazılardan çok hat sanatını yarınlara aktaracak talebeler yetiştirmenin bahtiyarlığını yaşayacaktı.

İtidali elden bırakmayan Hasan Çelebi hayatı boyunca kimseyle kavgalı olmayacak, hayatının elli yılını adadığı hat sanatı ile Cumhuriyet Devri’nin ilk hattatı olma şerefine nail olacaktı. Yurt içinde elli üç, yurt dışında yirmi dört caminin yazılarını yazan Hasan Çelebi, Güney Afrika, Kuveyt, Kazakistan, Belçika, Tataristan’daki camileri de hatlarıyla süsleyecekti. Hizmet hayatının en bahtiyar zamanlarını Medine-i Münevvere’de Mescid-i Nebevi’de ve Kuba Mescidi’nde geçirecek, o beldede yazdığı yazılarla hayal edemeyeceği duyguların sahibi olacaktı. Yurt içi ve yurt dışında düzenlenen Klasik El Sanatları konulu pek çok karma sergiye katılacaktı.

2008 yılında Kültür Bakanlığı tarafından Sanata Hizmet Ödülü’ne, 2011’de de Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü almaya hak kazanacaktır. UNESCO tarafından “Yaşayan İnsan Hazineleri Ulusal Envanteri’nde” adı anılacak ve 2013 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin düzenlediği bir törenle kendisine fahri doktora unvanı takdim edilecektir.

Artık “Reis’ül-Hattâtîn Hasan Çelebi” ya da “ Şeyh-ül Hattâtîn Hasan Çelebi” adıyla tarihler onun adını yazacaktı.

Himmet ve gayret ehli olan Hasan Çelebi talebeleri için; “iftihar olsun diye yetiştirmedim, İslam Sanatı yayılsın diye yaptım” ifadelerini kullanacaktı. Emek verdiği talebeleri için bir üniversiteydi O… Ümidini kaybedenlere bir hayat kandili, yoklukların içinde varlığı keşfedendi O… Eserlerindeki incelik ve zarafet Onun karakterinin bir yansımasıydı. Hasan Çelebi sanatı ile dünyanın dört bir yanında kendinden söz ettirecekti. Çizgiye söz geçirendi O… Kağıdı susturan ve kamışı konuşturandı.

Hasan Çelebi Hocamızın yüreğinde biriktirdiği sevgiden ve gözlerindeki ferden nasiplenmek istiyoruz. Kur’an’a hizmet ile geçen ömrünün bereketlenmesi dileğiyle…

SEN YÜREĞİNİ NEREYE BIRAKTIN?

Varlıkla yokluk arasındaki farkı görmeye, yokken varlığın kıymetini bilmeye var mısın? Başkalarını kendinden daha çok düşündüğünü hissettirmeye hazır mısın?

Kapıları aralamaya, elini uzatanların elini tutmaya, verirken hoşnut olmaya var mısın? Bencilliği bir kenara bırakanlardan olup, sadece başkalarının mutluluğunu tercih etmeye var mısın?

Sen bir açın karnını ne zaman doyurdun? En son ne zaman dindirdin bir ocağın yangınını? Yangınları bilir misin? Ocağında ateş yanmadığı halde umudunu katık yapanların yaşadığı huzuru bilir misin? Orada yangın yürekte başlamış ve bitmemiştir. Sofrada bir kuru soğan olsa da ekmeğin adıdır sevgi…

Bir sıcak çorbanın hatırını saydın mı hiç? Bir elmaya hasret kaldın mı? Tadını bilmediğin meyve ya da sebze var mı senin? Yediğin lokmayı boğazına dizecek kadar acı yaşadın mı oturduğun yerde… Göbeğini kaşıya kaşıya aç olanların halini seyrederken üzülmekle mi geçti yoksa ömrün?

Hayat sana karanlıkmış oysa… Vefa sana yabancı, zafer sana uzakmış… Sen kendini fildişi kulelerde sanırken yerin yedi kat dibindeymişsin meğer… Meğer ne çok aldanmışsın elindeki her şeyin senin olduğuna… Vermek zor, almak kolaymış bu hayatta… Almadan vermeye var mısın? Küskün bir yüreğe teselli olmaya? Başkalarının verdiği yaşam kavgasına dahil olmaya ve hayatı kimseye zindan yapmamaya var mısın?

İnsanoğlu en çok kendine düşmanlık edermiş. Hırslar en kötü düşman, nefis zalimin ta kendisiymiş… Oysa bu dünyada vicdanlarını unutanlardır en çok içi acıyanlar… Feryat duyduğunda kulağını tıkayanlar, bir mazlum karşısında başını çevirenlerdir hayatın tadını kaçıranlar… Dünyanın kendi eksenleri etrafında döndüğünü zannedip yalana, riyaya teslim olanlardır onlar… Üç kuruşluk hevesleri için dostunu düşmana satanlardır onlar…

İyilik nedir bilir misin? Al “her şeyim senindir” diyebilmektir. Başkalarına zulmetmemektir. Yetimi gözetmektir, sui zandan kaçınmaktır iyilik… Güzel söz söylemek, samimiyeti elden bırakmamaktır iyilik… Kapıdaki komşunla, akrabanla iyi geçinmek, anne ve babayı üzmemektir iyilik… Ahde vefalı olmak, derde devalar sunmaktır. Dostunu bilmek, kardeşini başkalarına ezdirmemektir.

İhsanda bulunmanın verdiği hazzı yaşamaya var mısın? Yokluğun gerçekten varlığın ta kendisi olduğunu anlamaya? Birini binlere katmaya? Binleri mutlu etmek için bir ufacık fedakarlık yapmaya var mısın?

Sen yüreğini nereye bıraktın? Malını devşirirken, makamını yüceltirken sen gözlerini neye kapattın?

İçimize gömmeye çalıştığımız acılarımız vardı hepimizin… Yırtık pantolonlarımız her düştüğümüzde biraz daha yırtılırdı eskiden… Bulduğumuzu yer, bulamadığımızda sevgimizle beslenirdik. İhaneti buyur etmemiştik hiç sofralarımıza… Şehrin caddelerinde parlak ışıkların büyüsüne kapılmamıştık o zamanlar… Mahallemizin direğinden sızan ışıkla sabaha kadar kurduğumuz hayallerimizle yarenlik eder, gün ışıdığında soluğu dostun yanında alırdık. Rüyalarımız bize arkadaş, kurduğumuz güzel cümleler bize şahit olurdu. Bize yani kardeşliğimize… Annelerimizin elimize tutuşturduğu bir dilim sıcak böreği boğazımızdan geçirmezdik sevdiklerimizle paylaşmadan… O zaman öğretmişlerdi bize göz hakkının ne olduğunu… Paylaşmanın çoğalmak olduğunu o zaman söylemişlerdi.

Şimdi makamlarımızı, hırslarımızı, mallarımızı o hayallerle değişmez olduk. O hayalleri unutalı çok oldu. Konuşmayı unutalı, dert anlatmayalı çok zaman oldu. Yüreklerde çiçek açtırmayalı, hüznü unutturmayalı, kardeşi hoş tutmayalı çok zaman oldu.

Oysa bir başkadır iyiliğin hazzı… Güneşi başkalarıyla görmek başkadır. Yıldızlara dokunmak bir başkadır mutluluğu paylaştığın biriyle… İyilikle yol almak, iyilikle yola çıkmak bir başkadır. Bütün bilgileri, bütün makamları, bütün servetleri toplasanız fethedilmiş bir yürek etmez. O yürekte özgürlük, güven ve mutluluk vardır. O yürek/ler kanatılmazsa, zafer sizin ayrılmaz parçanızdır.

Hiçlikten geldiğini unutma sakın… Var sandıkların gelip geçer bir gün sakın aldanma dünyaya …

Mutluluğu uzaklarda arama… Hayatın basamaklarını kıyam ile çık… Huzura secde ile var… Bir ah işitsen de bin defa af diye yalvar…

Sev seni seveni… Sevindir sevdiklerini… Irmaklar taşır susamışlara… Tebessümü yay, gülmeyi unutanlara… Aydınlat kararan günlerini… Öğret sabrın tesellisini aldananlara…

Hediyeni uzaklarda arama… İçten gelen bir niyaz ile dirilt ümitlerini… Huzura ahlak ve edep ile var. Unutma bereket iyilikle başlar.

İyilik için yarışmaya var mısın? Varını değişmeye, yokluğu satın almaya hazır mısın? Bir yüzü güldürmeye, avuçlarından merhameti yağdırmaya var mısın? Yüreğinin tenhalığından kurtulup, güneşe yürümeye hazır mısın?

Bugüne talip olma ey gafil gönül… Ezelden ebede bir yolculuk var. Güneş dürülüp, gök yarılırken seni de beni de bilen biri var.

Ödülünü uzaklarda arama… Hırsların önünde en büyük engel… Gayretini bu dünyaya harcama… Her ne yaparsan ameline kar… Sakın unutma bugünün yarını da var.

İKİ ÖMRÜN BEREKETİ

Bir elif çizilir hayatın tam ortasına… Bir vav bereketi düşer gecenin kıvrımına…  Sırrını ifşa etmeye çekinir zaman… Mekan en güzel şekliyle tasvir etmeye hazırlar kendini… Mahir bir el değer âharli kağıtlara… O kağıtlarda buluşur hattatın kamışı… O kağıtlarda buluşur bir müzehhibenin fırçası… Kalem de fırça da aşkını fısıldar usulca kağıtlara…  Bir kelebek kanatlanır âtiye doğru… Bir çiçeğin kıvrımlarında ahdini tutmaya doğru…

İçinden hayat geçen bir semtin eski sakinlerindendir Uğur DERMAN… Üsküdarlı Nazime Hanım’dan doğduğunda başlar Üsküdar yolculuğu…   Bildiğini aktarmaktan haz duyan, kendini ilme adayan, kalemini hakkı söylemek için kullanan bir güzel yürektir O… Ufku her zaman açık, tevazu ve erdemi şahsında bütünleştiren, kağıda derdini söyleten bir usta Hattat’tır O…

Mahir İz, Necmettin Okyay, Süheyl Ünver Hocalarının en büyük mirasıdır O…  Türk İslam Kültürünün anahtar harfleri onun kamışında sanata dönüşür.  Bir kültürün izlerini aktarır yazdıkları ve yaşadıklarıyla… Ailesinin üçüncü eczacısı olsa da kağıdın derdine derman olmayı tercih edecek, kelimelerin gücünü mürekkebinden dökülen damlalarla işleyecektir. Kamış kalem onun elinde olmaktan mutlu,  harfler ona teslim olmaktan umutlu olacaktır.

***

Bir hatayi zerafeti, bir goncagül sıcaklığı, bir pencin neşesi değer yanağınıza… Bir mukaddimedir hayat…  Elif ile başlayan ye ile biten harflerin arasında izini sürersiniz yaşanmışlıkların… Yaşanılan ve yaşatılan kazanılmış hayatlardır. Hayal kırıklıklarının yerini süsleyen hayırlara vesile olan başlangıçlardır.

Ankara’da başlayan hayat yolculuğuna İstanbul’da tahsil hayatı ile devam eder Çiçek DERMAN…

İstanbul ellerinden tutup getirdiği yakamozları usulca kucağına uzatır. Bir güzel Çiçek’le tanışmış olmanın saadetini yaşarken şehir, O yaşadığı hayal kırıklıklarının hayırlara vesile olacağını henüz bilmemektedir.  Yolu Hocası Süheyl Ünver ile kesiştiğinde, hayatının kıvrımlarında kazandıklarının kaybettiklerinden daha fazla olduğunu keşfe çıkacaktır. Artık bir ustanın asistanıdır. Tarihi, milli değerleri ve ömrünü adayacağı tezhip sanatını Hocası’ndan öğrenecektir. Süheyl Ünver, Rikkat Kunt,  Muhsin Demironat’ın en güzel emanetidir O…  Yalnızlığın kıyısına çekilmiş kağıda renklerin dilindeki şarkıyı aktarandır O… Halden hale geçilen, muhabbeti gözlerden gönüllere taşıyan tezhip sanatının nesilden nesile aktarıcıdır O…

Maddeyi arka plana atıp mana aleminde yolculuğa çıkmaktır tezhip… Size emek vereni rahmet ve minnet ile yad ederken, öğretme zamanı geldiğinde talep edeni önüne katmaktır. … Kağıttan öte kendini bezeyebilmenin hünerini ortaya koymaktır. Kağıdı değil asıl ruhu şekle sokmaktır.

***

İki ömrün hikayesi ayrı mekanlarda başlasa da aynı insanların yanında kesişecektir. Süheyl Ünver Hoca bir miladın başlangıcı olacaktır. Uğur Derman içinde saklanan hazinesinden en güzel Çiçeği yüreğinin yanıbaşına iliştirecektir…  Kendi aydınlığına bakar gibi, ruhun bütün pencerelerini aralar gibi birlikte bir hayata tutunacaklardır. 

İşte o gün seherler şenlenecek, bülbüller güllerin kokusuna,  baharlar rahmet yağmurlarına tanık olacaktır.

İçinden hercailer geçen bir hayatın izlerini sürerken, yarım kalmış hayaller için sevgilerinden taviz vermeyen iki güzel yürektir Onlar…  Rızası alınmayan bir işin hayrının olmayacağını bilen ve yaşayandır Onlar… Buluştukları hayat yolculuğunda onlara eşlik edecek üç erkek evlada sahip çıkacak,   annelik ve babalığın en yüce makam olduğunu nesillere aktaracaklardır.

Bizler yaşamın orta yerine çizdiğiniz Elif’den öğrendik dik durmayı…  Hayatımızı renklendirdiğiniz pençlerden, hatayilerden, gonca güllerden sevdik baharı… Yetiştirdiğiniz talebeleriniz sizden öğrendikleri kabiliyet ve sabırla yol almaya devam edecek. Gelenekle geleceği besleyenlerin mimarı olan Çiçek ve Uğur Derman Hocalarımız, sizleri birlikteliğinizin ellinci yılında sevgiyle ve saygıyla selamlıyoruz. 

Ey nağmesine sözün gücünü ekleyen can sahipleri! Ey keşfedilmemiş bir yolculuğa bizleri de dahil edenler!  Hikmeti öğreteceğiniz nice yarınlarınız olsun.   Ahlakı bezediğiniz, sanatı ahlakın tasfiyesi olarak gördüğünüz nice güneşler doğsun ufuklarınıza… İbadet hazzıyla yaptığınız hayırlı işlerinizin devamını,  ömrünüzün bereketli olmasını diliyor, kalem ve kelamın sahibi Yüce Allah’a sizleri emanet ediyoruz.   

ÖRT, GÖZLERİNİN ÖRTÜSÜNÜ

Ürkek bakıyorum zamana

Oysa zaman, sende duruyor.

Hayat araladığın kapının ardında

Kimse açamıyor kapıları ardına kadar…

Yüzü eskiyor tarihin,

Bitiyor ömrü ayrılıkların

Gözünde kıtalar nöbet değiştiriyor.
Varsayalım yaşıyorum.

Saat duruyor.

Sende kalan yüzümü,

hayalim seyrediyor.

Zamandan artakalan soluğunu ver bana!

Hayalim seyreder yokluğun gizemini..

Canımdaki soğuğu tutarım kollarından

Sırtıma yolların saçlarını örterim.

Deliren kahkahalar, deler kulaklarımı.

Ayaklarım umursamaz beni,

basar toprağa…

Yoksuluyum, fukara sevinçlerin

Kurtar çığlığından yoksunluğunu…

Aklansın yüzün sevaplar gibi…

Ve açılır penceresi rüzgarın

Esmer nefesini doldurur vücuduma.

Hantal yüzlüdür yağmur,

Gizlice boşaltır sırlarını…

Kabul görmeyen sesler,

Güler-geçer tavırlarına…

Selamın tutuşturur dağlı bakışlarımı

Zamandan armağandır gördüğüm rüya…

Kurtar hayatı ölümün pençesinden

Bırak,

bencil nesneler suçunu çalsın!

Yoksul kalsak da, fukara özlemlere

Yoksun değiliz söylenmedik sözlerden..

Varsayalım yaşıyorum.

Gözünde değişir nöbeti kıtaların

Alem ayaklarını sürür.

Uyumanın tam vaktidir aslında..

Ört gözlerinin örtüsünü…

Dünya beni, yine seninle görür.

TÜRKÜNÜ SÖYLER GECE

Gecenin bulutları doluşur gözlerimde…

Gece dediğin nedir ki, ömrü yaralım ?

Anlamsız bir resimdir karşında duran

Bunca telaşın, hüzün töreni…

Ruhunun gri renkleri, yerleşir gözlerimde

Süzdün bulutları,

alaca akışlarında yitmelerin

Sığındığın zamanların gölgesinde yoruldun.

Eskidi dünün,

eskidi gözlerin acemi telaşlarda…

Yorgunsun.

Gölgesi düştü çirkef aşkların

Yırtıldı namusun yüzü

Hükmünü yitirdi zalim bakışlar

Haykırır yüzüne içinin şehri…

Utangaç şehrin söylediği nedir ki ?

Beton bahçelerine gömülen hüzünden başka..

Ne anlatır ?

Unutup da gitmeler ?…

Yenik düşmüş bir dost sürünür ayaklarında

Kederinin göğsüne sokulur, yandığının belası

Gece dediğin, güneşinin yüzüdür.

Gölgenin yüzü….

Acemi teleşlarda saklıdır adın.

Ölü sevgilere haykıran !

Gözlerini perdeleyen namusla…
Sen artık büyüdün.

Şimdi söyletirsin kırık sazını…

Güneşi içinde mi sandın ?

Geceyi gününde mi ?

Kaçmak…

Kaçman yetersiz kalır kurtuluşuma…

Şirret bulutların gözlerime ağ örer.

Anlamlı bir resimsin karşımda duran

Bir duvar önündesin ömrü yaralım.

Tut kırılan hayatın ucundan.

Güneşi dününde mi sandın ?

Kırılmış ayaklarını sürüme bu şehirde.

Ölü şehrin ağıtı nedir ki ?

Savur yitişin bulutlarını,

Dağılsın hüzün…

Gece dediğin nedir ki, ömrü yaralım ?

Söyleyendir sırrını gece…

Yüzüdür sakladığın gölgenin…

Gece, saklar seni içinde…

TUT ELLERİMİ

Tut ellerimi,

Ve hiç bırakma…

Vaadi dolmadan sözlerimin,

Kuşatılmış zamanların tükendiği vakitlerden

sor beni…

Mühürlenmiş kelimelere inat,

avazı çıkan haykırışlarda bul beni…

dilimde sükut, kalbimde ikrar

ve gözlerimde cemren duruyorken

tut ellerimi…

Sonbahar geçse de içimden,

kırık bir hayalin camları batsa da yüreğime ansızın…

Sevgin galip geliyorsa her defasında öfkenden

bul beni…

Suskun hecelere inat,

Küskün zamanlara yakılan ağıt gibi,

Sonsuzluğa ayarlı saatlere vuruyorken zaman

Tut ellerimi…

Ruhumun fırtınalarına aldırma sakın

Nereden estiği belli olmayan bir yel savursa da düşlerini,

aldırma…

Ufkun en ötesine bak yalnızca

Baktığın yerde duruyorsam,

Gitmemişsem, yitmemişsem

Gözlerim gözlerindeyse hala

Tut ellerimi…

Hain bir el dokunmadan yalnızlığıma…

Tut yüreğimi,

Başka tutunulacak yar olmadığında,

Gitmemişsem, yitmemişsem

Baktığın yerde ruhumun izleri varsa

Bıraktığın yerdeysem hala

Tut yüreğimi…

Merhamet toprağımdan çekilmemişken …

Gözlerime haram bulaşmamışsa,

Ellerim hala soğuksa,

Yüreğim tir tir titriyorsa hala

Bul beni…

İkrarı olmasa da kelimelerin

İnkar etmiyorsa kalbim sevdiğini

Herkes yalana, sen bana talipsen

Saklandığım izbelerden sor beni…

Ey matemime sevgisini katık yapan,

Hain yalnızlıklara meydan okuyan,

Barış güvercinlerini usulca yüreğime yollayan sevgili,

Dimdik ayaktaysam, gitmemişsem, yitmemişsem

Tut ellerimi…

Ve hiç bırakma     

 http://www.habername.com/yazi-ayse-nur-menekse-tut-ellerimi-12225.htm