SENİ BEN ÜMİTSİZLİĞE KAPILMADIĞIN ZAMANLARDA TANIDIM.

Ben seni hırçın akan bir nehirle konuştuğunda tanıdım.

Suları bulanık, dünyanın tersine akan bir nehrin yanı başında…

Dünyayı kalbinin orta yerine koyan, sevgisi ele avuca sığmayan bir çocuğun bakışlarında tanıdım seni…

Soğumuş evlatlarının cesetleri başında ağlayan annelerin başını okşadığın günlerde tanıdım seni…

Ben seni coğrafyası kuşatılmış, ölümü teslimiyet olarak gören genç kızların ardından ağlamandan tanıdım.

Yüreğinde taşıdığın ateşin hiçbir okyanusla sönmeyeceğine inandım.

Sadece ben değil, dünya inandı.

Ben seni okuduğun bir şiir yüzünden mahkum edildiğin günlerde tanıdım.

Hapishanenin soğuk koğuşlarına sıcacık dualarımdan selam yolladığım anlarda tanıdım.

“Zindandan Mehmet’e Mektup” şiirini senin sesinle dinlerken ailene hemen kavuşabilmen için zamanın akıp geçmesini dilediğim günlerde tanıdım seni…

Mağdur değil, mağrur olduğuna inandım.

***

Ben seni yakamozlarını çaldırmış bir çocuğun yüreğine dokunmanla tanıdım.

Yüreğine gökyüzündeki bütün yıldızları kondurmanla tanıdım seni…

Ben seni Filistin davası için dik durduğun Davos’ta tanıdım… Sesini yükseltemeyen liderlere inat, dünyaya kafa tutan yanınla tanıdım seni…

Sadece ben değil, dünya tanıdı.

Seni konuştu Filistin…

Senin adını söyledi Somali…

Mısır’da çocuklarına şehadet şerbeti içiren anneler seni sevdi.

Memleketinin kapılarını ardına kadar açtığın ve bağrına bastığın Suriye’li kardeşlerin yakarışlarında tanıdım seni…

Yollarına güller döşeyen Pakistan’ın sevgi seli ile tanıdım seni…

Çaresizliğe uzanan elleri öper gibi tutuşunla sevdim seni…

Seni bütün coğrafyaları kuşatan yanınla tanıdım.

Gözünü karartıp, aldığın kararlara sadakatinle tanıdım seni…

Memleketin her karış toprağındaki ayak izlerinden tanıdım. Hiçbir liderin adım atmadığı ücra mekanlardaki insan gülüşlerinden tanıdım seni…

Sen evimizin neferi, gönüllerimizin sesiydin.

Seni ben okul okul dolaşıp öğrencilerle yaptığın sohbetlerde tanıdım. “Sizin için ne yapabilirim?” diyen cümlelerinden bildim seni…

Okullardaki din eğitimini yaygınlaştırmanla, çocuklarımızın manevi değerlerine sahip çıkmanla, yarınları çağın ötesine taşımanla tanıdım seni…

Üzerimizdeki kara bulutları dağıttığın, hayallerimizi özgür bıraktığın, yanımızda durduğun ve mazlumlara omuz verdiğin zamanlarda tanıdım.

Ben seni kıtaları birleştirdiğin, hayalleri gerçek yaptığın, ümitsizliğe kapılmadığın zamanlarda tanıdım.

Sadece ben değil, herkes tanıdı.

***

Seni ben dua dua açılan ellerinle, secdedeki samimiyetinle, kıyamdaki duruşunla tanıdım.

Seni ben zulme uğrayanlara yalnız olmadıklarını hissettirdiğin günlerde tanıdım.

Başkalarının umursamadıklarını başına taç yapan, dünyanın talihini değiştiren yanınla bildim seni…

Dünyanın çehresini değiştirmene tahammülü olmayanların tuzaklarında tanıdım.

Sevgisi çalınmış, merhameti alınmış, kalbi mühürlenmiş olanların öğretilmiş sözleri sana söyledikleri zamanlarda tanıdım seni…

Düşmanların kalelerini yıkma cesaretini gösterdiğin için üzerine yönelen oklara sabır zırhını giydiğin günlerde tanıdım seni…

***

Zulmü arkasına almış dörtnala koşturanların başındaki lider olarak tanıdım seni…

Samyelinin esintisinde savrulmayan, kasırgalarda gemisini bırakmayan, ülkesine ihanet etmeyen yanınla tanıdım ve sevdim seni…

Sadece ben değil, dünya sevdi.

***

Sen, yüreklerimizdeki Ensar..

Sen, uzun ömürlü olman için dua ettiğimiz güzel insan…

Sen, bulmuşken yitirmek istemediğimiz Recep Tayyip Erdoğan…

Başımızın tacı, özgürlüğümüzün fermanısın.

İSTANBUL’UN YÜZÜNE DEĞEN GAMZE SENSİN ÜSKÜDAR…

İstanbul’un yüzüne değen gamze sensin Üsküdar… Varsın dile gelsin yüreği bu şehrin… Dile gelsin semtindeki bütün kuşlar… Avazı çıktığı kadar bağırsın arz… Şerha şerha yarılsın hasretinden gökkubbe… Gül yağsın avuçlarına ey şehir Üsküdar sahilinde… Bulutlar taşısın hınç dolu yağmurları hasatsız mevsimlere… Varsın açsın tüm çiçekleri Üsküdar’ın… Tebessümü değsin gözlerindeki hercailere…

İstanbul’un aynasına düşen gamze sensin Üsküdar… Varsın sabrı büyüsün bu şehrin asırların koynunda… Veda değmeyen bir buluşmaya tanık olsun Üsküdar… Eskimeyen zamanların şarkısı çalsın yine taş plakta… Kışa dönmeyen baharlara tanık olsun şehir… Çağırdığında Üsküdar’a inen yıldızlara tanık olsun dalgalar. Varsın kalabalıklar çoğalsın karanlıklarda… Yalnızlığı damıtsın ay koynunda… İstanbul uyutsun Üsküdar’ını eskisi gibi şefkatli kucağında…İstanbul’un gönlüne değen şiir sensin Üsküdar… Varsın tahammülü kalmasın zamanın dakikalara…

İstanbul’un yüzüne değen gamze sensin Üsküdar… Ilık bir sevdasın bu şehrin yüreğine değen… Şehrin sönmesini istemediği çerağı sensin Üsküdar… Yandıkça yanmaktan zevk alan bir mum alevisin…

İstanbul varsın uyusun eskisi gibi kucağında… Bir yanında beyaz güvercinler salınır senin bir yanın gül kokar oysa… Güz vakitlerini devşir sen İstanbul Üsküdar’ın sabahlarında… Dilsiz bahaneleri savur senin olmadığın uzak diyarlara…

Ey İstanbul, yabancı ve ürkek semtler geçer önün sıra… Oysa sensizliği hiçlik sayar Üsküdar… Yokluğunda yıldızları parçalanır semada… Üsküdar sen varken yanında kavgalarının hepsinden vazgeçmiştir. Seninle güvendedir deryada…

Huzura ermek hazzın doruğuna erişmektir Ey İstanbul… Üsküdar’ın penceresine vuran senin güzel yüzün mü? Rüyaları, gölleri, denizleri, bozkırları, çölleri avutan sen misin yoksa? Uzaklıkları yakın eden sen misin ey şehir, gönlümüze misafir eden sen misin çağların solduramadığı goncayı? Zulmetinden kaçarken hayatın, Üsküdar’ın kucağında Aziz Mahmut Hüdayi’nin merhametine sığınmak yakışır bize… Kapısında ağlamak, eşiğine yüz sürmek, kavrulmuş yüreklerimize kuyusundan su çekmek yakışır. Uçsuz bucaksız denizlerde yol alırken yolu kaybetmemek için Hüdayi Yolu’na tutunmak yakışır.

Ey İstanbul! Ellerinden tutup getirdiğin yakamozlara fısıldandı adı Üsküdar’ının… Üsküdar’a izi değdi pembe yağmurlarının…

Bir yerlerde yitirilmiş güllerin, bir mavi çiniye çizilmiş kırmızı lalenin hatırına ey Üsküdar sevindir seni sevenlerini… Sana aşina olanları sevindir. Senden vazgeçmeyenleri ve yıldızların ucundan tutan martılarını sevindir. Sebillerinden kana kana su içenlerini sevindir önce… Ayın ilk ışıklarını kalbine düşürenleri, hayırda yarış edenleri, yüreğine önce elif harfini işleyenleri sevindir ey Üsküdar…

Sema sustuğu vakit, arz konuşur. Kubbelerinden gelen seslerle neyzenler konuşturur neylerini… Birken bin olur heceler… Sükut hükümsüzdür artık bu semtte… Gözlerinizi kapattığınızda gemiler geçer ta içinizden… Kız Kulesi salınır aynaya vuran aksinizde… Yalnızlar, umutsuzlar, yaşamı hesaba çekmeyenler geçer gözünüzün önünden… Bahtınıza değen İstanbul’dan talihinize düşen Üsküdar geçer. Akşamlar geçer yanı başınızdan, mavimsi geceler geçer… Üsküdar’ı gören gözleriyle bir kat daha güzelleşen Ayazma Camii geçer. Şehrin üstüne inen şeffaf bir perdeyi kaldırırcasına narin elleriyle okşar Ayazma Üsküdar’ını… Ve Ayazma Camii göz kırpar kuş evlerinde hala konuk olan şen kuşlarına…

Kararsız zamanların, çözülmemiş sırların, vuslatı arayanların semti Üsküdar sevindir seni sevenlerini… Gönlünde yaşattığın Ayazma’ndaki şifalı suların hatırına… Firkati vuslata çevirmek için ağlaşıp duran bahçendeki kuşların hatırına sevindir sevenlerini… İlk kıvılcımı gözlerine düşüren İstanbul alev alev yanmakta aralanmayan kapıların yüzünden… Rüyasına girmediğin gecelerden alacaklı bu şehir…

Sancıdıysa ay ve gece bir kere daha böldüyse en güzel rüyayı tam orta yerinden ne çıkar? Bülbüller konuyorsa semtin konaklarına hala, yaralı aşıklar geçiyorsa iskele meydanından ve umut mavi renge boyalıysa hala sabra tahammül gerek… Tahammül gerek yeşil gözlerinden öpebilmek için Üsküdar’ın… İçinde saklanan hazinesinden en güzel süsü iliştirmek için İstanbul’un göğsüne sabrı büyütmek gerek… Güneşin batışını seyretmek için, martıların fısıltılarına tanık olmak için Mihrimah Sultan Camii’nin avlusunda buluşmak gerek…

Sakin ve mütevazidir hala Üsküdar… Alışkındır ayrılıklara… Sevdiklerini hep bir yerlere uğurlamanın sevinci ve hüznü içinde. Hayata veda edenlerini de hacca gidenlerini de uğurlama derdinde. Her yıl Mekke ve Medine şeriflerine padişahın gönderdiği hediyeleri götüren surre alaylarının uğurlandığı mekan sensin Üsküdar… Bu yüzden bir adın da kabe toprağı… Bu yüzden bir yanın hep yitik zamanlara ayarlı…

Önce boğazın derin suları, sonra Kız Kulesi, Mihrimah Sultan Camii ve III. Ahmet Çeşmesi karşılar ve kuşatır semtin selamet ikliminde… Çepeçevre sarıp sarmalar Üsküdar sizi ve üşümüzlüğünüzü… Hala kılavuzdur yolunu kaybetmişlere… Aynadır hala yüreğinde dilsiz acıları besleyenlere…

Karşılıklı söyleşirsin kimi gün tarihe meydan okuyan konaklarınla… Kimi gün kendini bulursun kaybettiğini sandığı yalnızlığında… Bakışlarınla güzelleşen şehre her gün biraz daha fazla bakarsın. Seherlerin şenlendiğine, bülbüllerin hercai kokusuna, baharlara değen rahmet yağmurlarına tanık olursun her gün doğumlarında Üsküdar…

Üsküdar … Ah Üsküdar …

Tasvir edilmesi zor bir akşamsefasısın sen … Gözler, aşina olmuş tebessümüne… Çiçekler beyaz bir çiğ damlasına hasret… İstanbul, hudutsuz güzelliğine… Lugatını anlamak zordur bu şehrin… Sen şehrin dilisin Üsküdar… Şehrin nefesi tıkansa semtinden esen rüzgarlarla nefes olur dolarsın ciğerlerine… Şehir susuzluktan kavrulsa, semtindeki yağmurlar yetişir imdadına… Tutsak edilmiş bütün duygular kırar zincirlerini bir kere daha… Çünkü sen zincirlerin kilidisin Üsküdar…

Bir minyatür sessizliğini yaşarken sen, kürdili hicazkar makamından diline dolanmış bir nakaratı tekrar etmektedir sakinlerin… Güneş camlarında yangınlar bırakırken, sen gönüllerde vazgeçilmez hasretleri bırakırsın Üsküdar…

Ahengin ilhamla buluştuğu noktada seccadesi gönüllere yayılmıştır Yeni Camii’nin… Ve o gönüller, semtinin özgürlük saraylarıdır. Kendi aydınlığına bakar gibi… Ruhunun bütün pencerelerini aralar gibi…

Ey Üsküdar şehrin alnına değen gamze sensin… Şehrin sönmesini istemediği çerağı sen… Martıların fısıltılarına tanık olan sensin… Sana aşina olanları sevindiren sen… Güneş ışığını dağıtırken, sen semtinin feyzini dağıtırsın alacaklılarına… Şairler en çok seni yazar, en çok seni söyler günbatımlarında… Martılar geçerken yanı başından dudaklarında bir Üsküdar nağmesi dolanıp durur. Dil ruha hayat verir, sen İstanbul’a…

BİZ SAMİMİYETİ ONDAN ÖĞRENDİK

İçimizdeki labirentlerden kurtulmaktır samimiyet… Huzura doğru yol almak için, huzurda olmanın hazzına varmaktır. Bize bizi anlatan Efendiler Efendisi’nin yolundan ayrılmamaya söz vermektir samimiyet… Geceleri gündüzlere çevirene şükretmektir. Baharı yaza döndürene, yağmuru bize sevdirene, gülmeyi bize öğretene sonsuz teşekkür etmektir samimiyet… Secdelerde teslim olmaktan vazgeçmemektir. Hayatın yanlışlarını silmek için en güzel olanın izinden gitmektir samimiyet… Doğruluktan ayrılmadan, eğilip bükülmeden, yalana teslim olmadan, riyaya bulaşmadan dik durabilmektir samimiyet…

Sade bir hayatı tercih edip, yaldızlı sözcüklere kanmamaktır. Kelimelerin tuzağına düşmeden, sahte gülücüklere aldırış etmeden özü sözü bir olmaya söz vermektir samimiyet… İkiyüzlü olanların şerrinden Yüce Yaratıcı’ya sığınmaktır. İhlası elden bırakmamaktır. Özünden kopmamaktır samimiyet… Özüne sadık kalmaktır.

Hayat akıp giderken biz samimiyetimizi koruyabildik mi? Yanı başımızda düşen bir çocuğu kollarından tutup kaldırabildik mi? Yalana teslim olmuş zamanların içinden doğruları çekip çıkarabildik mi?

Kendimize ettiğimiz ihanetlerimiz var. Her gün takmaktan usanmadığımız maskelerimiz… Aynaya bakarken utanmadığımız bir yanımız var aslında… Binlerce çocuk ölürken yanı başımızdaki bir çocuğu oyuncaklarla kandırırken kaybettik samimiyetimizi…

Açlıktan ölenleri görmemek için başımızı başka yönlere çevirirken kaybettik düşlerimizi… Başımızın üstünde dolaşan kara bulutları gökkuşağı zannedip yanıldığımız gün kaybettik ümitlerimizi…

İçinden geçeni haykırmaktır samimiyet… Gönlünün kapılarını araladığın yerden boş dönmemektir. Heveslerine yenik düşmemeyi öğrenmektir samimiyet… İçten ve gönülden bağlanmayı bilmektir. Çıktığın yoldan eli boş döneceğini bilsen dahi vazgeçmemektir samimiyet… Kaybetmeye ya da kazanmaya razı olmaktır. Kaybettiklerini bulmaya adanmaktır. Bulduklarınla yetinmektir samimiyet…

Samimiyet önce kendini sonra başkalarını aldatmamaktır. Nefse yenik düşmemek için direnmektir samimiyet… Dil ile yürek arasında yol bulmaktır. Doğru seçilmiş kelimelerden yola koyulmaktır. İhlas ile bir olana ulaşıp çoğalmaktır.

Unuttuğun bütün duyguları yeniden kazanmak için sarfedilen çabadır samimiyet… Bir yüreği kanatmamaktır. Bir anneyi ağlatmamaktır. Bir yetime yetimliğini hatırlatmamaktır samimiyet… Aç bir yüreği sevgiye kandırmaktır. Bedenlerdeki kirlerden arınmaktır. Nefsi arındırmaktır.

Harama bulaşmadan helal olanı paylaşmaktır samimiyet… Vermeyi bilmektir, almayı hesap etmemektir. Verince karşılık beklememeyi öğrenmektir samimiyet…

Samimiyet emek vermektir. Zahmet çekmektir yar için, kardeş için, can için…

Samimiyet kararlı olmaktır. Başladığın işi yarıda bırakmamaktır. Kimseyi yalnız bırakmamaktır. İnsafa sarılmak, merhametten el almak, hüznü dağıtmaktır samimiyet… Samimiyet önce kendin olmaktır. İlahi kelama teslim olmaktır. Efendiler Efendisinin yolundan ayrılmamaktır. O’nun ayağının değdiği yerlerde toz olmaya razı olmaktır samimiyet. O’nun soluduğu havadan bir nefes çekebilmeyi ümit edebilmektir. O’nun razı oldukları arasında olma şerefine erebilmek için gayret sarfetmektir samimiyet…

Bilmemekten utanmamak, bilmeye adanmaktır. Kelimelerin asıl sahibine sığınmak, sığındığın kapıdan ayrılmamaya söz vermektir samimiyet. O kapıda kul olmaktan vazgeçmemektir. O kapıyı çalmaya ısrarla devam etmektir samimiyet…

Kendin için istediğini önce kardeşin için istemektir. Önce kardeşine sonra kendine dua etmeyi öğrenmektir samimiyet. Nefsini en arkaya bırakmaktır. Nefsine söz geçirmeyi bilmektir.

Samimiyet heveslerin peşinden koşmamaktır. Samimiyet, umudu elden bırakmamaktır. Hak ile batıl arasındaki çizgiden dışarı çıkmamaktır. Kula kul olmamaktır samimiyet… Kulluğu köleliğe değişmemektir. Dünyanın kölesi olmaktan vazgeçmek, Yaratılmışların en şereflisi olmaya gayret etmektir. Samimiyet şuuru kapatmamaktır. Fani olandan yüz çevirip baki olanda mutluluğu aramaktır. Samimiyet mutluluğun anahtarını çaldırmamaktır. Binleri bir olanla değişmek, bir olan da bereketi tatmaktır.

Gücüne güç katmaktır samimiyet… Zayıf ve aciz olandan kaçıp kurtulmak, acizliğin karanlıklarını güneşe çevirmektir. Düşmanın hilelerine karşı, Rahmanın rahmetini umut etmektir samimiyet… Sahte gülüşlere, yalancı sözcüklere itibar etmemektir. Yalana teslim olanlara haddini bildirmektir samimiyet… Kalbine mühür vuranlara Rahman’ın şefkatiyle muamele etmektir.

Samimiyet, razı olunanlar arasında olmayı şeref bilmektir. Samimiyet özünden hiçbir şey kaybetmemektir. Özünü çaldıranlara haddini bildirmektir samimiyet. Samimiyet öze hicrettir. Samimiyet güzel olan Efendiler Efendisine hasretliği bitirmemektir.

İSTANBUL, BİR MAYIS DAVETİDİR

Bir sevdadır İstanbul… Öyle bir sevda ki, bölüşülünce çoğaltır sevgisini. Öyle bir sevda ki, Kalpleri aydınlatır sabahının güneşiyle… Masallar dökülür İstanbul’un dudaklarından maziye dair… Sevmenin ötesinde bütün kelimeler yabancıdır artık. Aşinası olduğunuz sadece İstanbul ve erguvanların boğazı selamlayan bakışlarıdır.

Bir sevdadır İstanbul… Bir uzun yürüyüşün ilk adımlarıdır hayallere çarpıp duran… Bir hayaldir İstanbul sevenin gözünde… Sevilenin yüreğinde düğüm düğüm olmuş bir yakarıştır. En güzel buluşmaların önsözüdür İstanbul…

Bir rüyadır İstanbul… Öyle bir rüya ki, asla uyanmak istemediğiniz… Uykudan uyanmak ayrılık demektir. İstanbul’un suretinde belirir ona meftun olanların sireti… Özgürlüğü anlatır İstanbul… Kendi içimizde düğümlenen zincirlerden kurtulup sığınılacak tek yerdir İstanbul’un gözbebekleri…

Bir şiirdir İstanbul… Şairler dizelerinde bu şehre olan sevdalarını anlatır. Nakaratı özlemdir. Nakaratı güldür. Nakaratı laledir bu şiirlerin. İstanbul şairlerin üzerine söylenilecek sözünün asla bitmek bilmediği yerdir.

İstanbul çoğu zaman aşıkların gönüllerinde kandildir. Gün gelir sözün bittiği yerde bütün cümlelerin başı olur. Gün gelir gözyaşlarına tutsak olanların hürriyete açılan kapısı olur. İstanbul gökyüzünü seyrederken, yıldızlar şehrin mavi gözlerine bir kez daha vurulur.

İstanbul, suskun neylerin çözülmüş dili olur bazen… Bazen bir beste olur… Bazen yedi tepesinden sevenlerinin kucağını dolduran bir buket hasret olur. Göze değil gönüllere hitap ederken İstanbul deste deste gül olur.

Gün gelir İstanbul önsözü olur bütün aşkların… Takatsiz duyguların mecali olur. İstanbul yalnızlıkların kalabalığı olur, bağı çözülen bir dilin yakarışları olur… Bizans, Konstantinopolis, Antonia, Bizantion olur. Her gelenin sahiplendiği bir güzel şehir olur İstanbul.. Nice cihangirlerin gönlünü kaptırdığı yerdir istanbul… Fetihle birlikte İslambol, Der-i Saadet, Der-i Devlet, Asitane olur. Gün gelir İstanbul destan olur. Gün gelir sadece içimizde doğup, batan güneş olur. İstanbul, uyanmaktan korktuğumuz bir rüya olur çoğu zaman… Fethine ve Fatih’ine hayran kaldığımız bir kutlu belde olur. Herkesin kalbine kendi resmini çizer önce, tual olur, fırça olur, renk olur… Hattat olur, masmavi denizi çeker mürekkep yerine… Önce isminin Elif’ini yazar gökyüzüne…

İstanbul, şehirlerin şahı, sevenlerin ahıdır. Yakınından geçen ayrı, uzaktan bakan istanbul’a ayrı vurulur. İstanbul bir Mayıs davetidir. Yıllar öncesinde verilen kutlu haberin müjdesi, çağların açıldığının habercisidir. 29 Mayıs 1453 sadece İstanbul’un değil, gönüllerin de fethedildiği tarihtir. Sevda, İstanbul’un ta kendisidir.

BEKLENİLDİĞİNİ BİLEREK İŞTE GELDİ RAMAZAN.

İşte geldi… Beklenendi o… Yorulduğumuz zamanlarda durup dinlendiğimizdi. Sessiz gülmelerimizin, hıçkırıklara karışan ağlamalarımızın şahidiydi. Ayrılığımız bize hep uzun geldi. O geldiğinde neşelendik. O geldiğinde aşılmaz zannedilen sorunların üstesinden gelebildik. O geldiğinde kapalı kapıların açıldığını da bilirdik.

İşte geldi. Gün gibi doğdu karanlığımıza… Yoldaş oldu yalnızlığımıza… Vuslat onunla buldu anlamını… Bütün zamanların sabırsızlığı ona kavuşmaktı. Zaman onu vurduğunda güneş batarken canı acımazdı. Zaman onu bulduğunda gün ağarırken keyfine doyulmazdı. Toplar atılırdı sevinçten… Nefisler önce susmayı sonra durulmayı öğrenirdi.

İşte geldi. Aklamak için günahlarımızı… Kırgınlıkları bir kenara koymak için geldi. Hayatımızı daha anlamlı kılmak için geldi. Beklenildiğini bilerek geldi. Hicranından ateşler içinde kaldığımızı bilerek geldi. Yokluğundan üşümüşlüğümüzü hissederek geldi. Hayatın anlamsız kavgalarını bitireceğini sezerek geldi.

İşte geldi. O geldiğinde akşamları hüzün çökmezdi evlerimize… O geldiğinde zamanın nabzı durmazdı. O geldiğinde evin büyükleri çocuklaşır, evin çocukları bir yaş daha büyürdü. O geldiğinde fakirler zenginleşir, zenginler fakirleşirdi.

O geldiğinde tatlı bir telaş sarardı evlerimizi… Börekler açılırdı. Baklavalar fırına verilirdi. Güllaçlar mis gibi gül suyu kokardı. Fırından çıkacak taze pideleri almak için kuyruğa girilirdi çoluk çocuk. O geldiğinde birlik gelirdi sofralarımıza… Çoğalırdık aynı masanın etrafında… O geldiğinde aynı saflarda buluşurduk bütün mahalleli… Caminin imamı yatsı namazı öncesi güzelce sohbet ederdi. Can kulağıyla dinlerdi bütün cemaat. Tekbirler getirilirdi hoş geldin diyerek selamlanırdı. Gitmesini istemezdi kimse. On bir ay boyunca gelmesi beklenilen en değerli misafirdi çünkü.

O geldiğinde bereket gelirdi. Kendisini karşılayana ve ağırlayana cömertti o… Yapılan her davetle sofralardaki nimetler eksilmez taşardı. İhtiyacı olanlar en çok onun sayesinde nasiplenirdi. O geldiğinde çaresizler çaresiz kalmazdı.

İşte geldi. On bir ayı geride bırakarak… Yüreğimize sevgisini ve coşkusunu katarak… Bizi rahatlatarak, ümitlerimizi artırarak, kavgalarımıza, hırslarımıza ve nefsimizin taşkınlıklarına set vurarak geldi. On bir ayın sultanı olmayı en çok hak ederek geldi. İşte geldi Ramazan…

YABAN GÜLÜ MÜYDÜM, NEYDİM

Çehresi değişmiş sevinçlerimin hayallere perçinlenmiş yanında nasıl da unuttum seni sormayı? Örselenmiş kuytulara pası gitmemiş delilikleri kazırken, hayaline bir daha bakmayı unuttum.

Kirli sokakların kaldırımları öğütürken taşralı bedenimi, o çocuksu bakışlarını masum heveslerin yanına koymayı unuttum işte… Körelenin hisler değil de, kendim olduğunu söylemeyi unuttum. Anlamsız kalabalıkların etrafına uçuştuğu günlerde, ben tomurcuğa bile durmamıştım. Oysa pembeydi yüzünü dahi göremediğin çiçek… Yaban gülü müydüm neydim? Yabancılara karşı ürkek, sana dünden meyilli… Toprağı kanatırcasına kazıdın tırnaklarınla… Yenibaştan hayatı denemek için çoraklaşan bahçenin gülünü, yaban gülünü suladın “baharım” diye… Mecalsiz, sesi boğulmuş yabancılığımla bakakaldım sana… Feryadımı öldüren dilsiz hecelerin gizemli ve ürkek yanına söz söylemeye dermanı dahi yoktu.
Çorak zindanımda kendi kendimin katili olurken, senin hercailer devşiren yanına seslenmeye utandım. Uyanamadığım dualarının üşüdüğü tapınaklardı. Çünkü diyordum, çünkü tapınaklar hüzne ayarlı yüreğimin dinlendiği yerlerdir. Acemi korsanlar kılıçlarını göğsüme sapladıklarında, sımsıcak acımı dindirmeye yetişirdi gözlerin… Gözlerin diyordum, gözlerinden başka yandıramazdı hiçbir ateş… Ve o gözlerden başkası benim için ağlamazdı. Şimşekleri delirten kıyametler kopardı. Bütün depremlerin tanık olduğu dağınık yüreğime sen lütufkar ve yaşamını sürerdin. Nehirler taşmazdı belki… Sevincinden ve sevginden seni yaşamaya alışık gönlüm taşardı.

Nasıl da unuttum kumral diyarlara sürgün edilmiş şiirimin titrek kafiyesini? Neşesi gelmemiş yalnızlığımda, körebe oynayan güneşin ışığı karartırken günümü, nasıl da unuttum seni?..

Kybele’nin saçları toprağı tutuştururken Zeus Tapınağı’nda ayinler yapılırken yeniden denedim yaşamayı… En başından sen de denedin. Babil Kulesi’nden gecenin yıldızları görünmüyordu. Biliyordum senin parlaklığını seçemiyordu kimseler… Truva atı koşamıyordu, yetişemiyordu hayallerine… Biliyordum kurbanını seçmişti tanrılar… Tapınakların duvarlarından kan sızıyordu. Benim yüzüm pembeye çalıyordu hala… Sen yaban gülünü “baharım” diye seviyordun. Tapınakların duvarları çatladı. Tanrılar öfkelenmişti senin güzelliğine… Çirkefe ve yalana bulaşmamış yanına, saflığına… Gözlerindeki lütufkar ve şefkatli baharlara… Tanrılar baharlarda doğmayı unutmuştu biliyorum. Baharlar siyah zulmün kusmuklarını üzerlerinde taşıyan yeryüzü tanrılarını doğururken öldürmeye başlamıştı. Ayinler sona eriyordu bir bir… Tapınakların sütunları devriliyordu. Kybele en kötü rüyasına uyanıyordu. Toprağın bereketi çekilmişti çoktan… Tapınaklar hüzne ayarlı yüreğimin dinlendiği yermiş diyordum. Dinlendiğim, hasatsız bırakılmadığım mevsimler, senin delişmen heveslerinmiş.

İsrafil surunu üfürmeden, taşralı bedenimi çek kurtar kirli sokaklardan… Sana dünden meyilli yaban gülünü çorak topraklardan kurtar. Tapınakların korsanları acemice sallamasınlar kılıçlarını göğsüme…

Ve ölüm sonsuzluğun baharına açarken iri gözlerini, dağlarda ateşler yakan sen, hisseme düşen alevi ver ömrüme… Ve yalnız canıma işlesin yalvarışı hüzünlü sesinin…

Sussun şimdi kambur cüceleri şehrin… Bir göz süzülsün kırılan hayalinin üstüne… Gönlüm dirilsin, İsrafil surunu üfürdüğünde… Benden uzakta bekleyen, senin sinene giren gün, acemi yalnızlığına geç kalmasın.

Dar vakitlere adanmış sevdaları söylemeye korkan, deli ağıtlar döner dolaşır dilimde… Gözlerine fer olmaya utanan cılız ışıklar savrulur gittiğin yerlere… Benden uzakta bekleyen, geldikçe de sana yakınlaşmayan alacalı günlerim, sırtını düşmana vermiş kavgalarımda buluşur şimdi… Ve ölüm sonsuzluğa açar iri gözlerini… Yaban gülü yabancılaşır selam değmemiş, üzerinden bulut çekilmemiş yaşamlara… Kan tutar pembeye çalan yanaklarını yaban gülünün… Muhbirler son ihbarlarını yaparlar, meçhul ihanetler geçer toprağın yaralı bağrından… Toprağı kanatır bir daha tırnakların… Hevesi kalmaz güneşin, karanlıklar sıvışır. Benzi solmuş baharlar da esiri olmuştur gitmelerinin…

Nasıl da unuttum inkara gelmez acıları? Özlemeyi nasıl da unuttum? Gülmeleri, baharlar da yeniden dirilmeyi? Firavun gömülürken Kızıldeniz’e, Kybele’nin saçlarını tutuştururken toprak, Babil Kulesi’nden yıldızlar görünmezken nasıl da unuttum göğsümdeki yangını söndürmeyi? Tapınakların duvarları çatladığında söylemeliydim sana, pembeye çalan yüzümün koyu bir karanlığa gömüldüğünü… Ellerinle işlediğin toprağın bereketinin çekildiğini… Feri çekilmiş gözlerinin gölgelediği düşlerinin başka baharlarda gelmeyeceğini…

Yaban gülü müydüm neydim? Yabancılara karşı ürkek, sana dünden meyilli… Yaban gülünü kanattın “baharım” diye… Tapınakları yıkıldı kıskanç tanrıların… Yeni şölenler yapmalı yaban gülüne…Yeni şölenler… Dilsiz heceleri kan rengine boyamalı… Işıkları en başından yakmalı… Bu şehri baştan sona yakmalı oysa… Sancılarla uyanmalı yaban gülü kazıdığın toprakta? Sancılarla gelmeli bahar ölümün üşüdüğü diyara… Çıkart bileğimden kelepçeleri… İsrafil surunu üfürmeden taşralı bedenimi çek kurtar. Muhbirler son ihbarını yapmadan, yollara pusu kurmadan acemi cellatlar çek kurtar aşkını… Zeus Tapınağı’nda başlamadan ayinler, yanımdan uzaklaşmadan hayallerin çek kurtar aşkını… Zeus Tapınağı’nda başlamadan ayinler, yanımdan uzaklaşmadan hayallerin çek kurtar yaban gülünü bulanık sabahlardan…

Usulca tut heveslerimi… Güneşten önce düş düşlerime… Kolla gecelerini yalnızlığımın…

Çığlıkları can çekişirken tapınak putlarının, çığırtkanı ol ufuklarımın… Titret toprağı yeniden…Avuçlarında harabesi kalsın yanlış dünlerin? Yıkılsın harabeleri muhbirlerin… Yalancı tanrıların tapınakları yıkılsın… Yaban gülünü “baharım” diye sularken, sendeleyen günler yıkılsın.

Ellerin diyordum. Ellerinden başka kimse sürmez beni toprağa… Gözlerin diyordum. Gözlerinden başka kimse yandırmaz beni aşka…

Usulca dirilir toprağı şehrin… Can suyu yaşına kanar yaban gülü… Ve ellerin işler toprağı… Gölgeleri siler süpürür geri dönmelerin…

Yaban gülü müydüm neydim? Yabancılara karşı ürkek, sana dünden meyilli…

İŞTE DÜŞLERİM GERİ GİDİYOR

Ve gecenin karanlığı geçiyor üstümden… Yağmurlar boşanıyor inadına… Kuşlar ağlıyor. Denize yürüyorum ansızın… Ellerim kayboluyor bir gece vakti…

İşte adımlarım geri gidiyor. Sebepsiz yok oluşlar harcıyor beni… Hayatın acıtan yanını sevmek gelmiyor içimden… Üşüyen yanımla tek başıma yok oluyorum. Bir adımlarım geliyor seninle, bir de yitmeyecek kelimeler…

İşte korkularım geri gidiyor. Gündüzü tüketen korkularım, esaretin biçimsiz kıyafetlerini giyiniyor sanki… Kını çekilmiş rüzgarın oysa… Ölümün de nefesi kesilmiş. Güller tek başına ölüyor gülüm… Hayaller tek başına üşüyor. Bıçaktan daha keskinmiş pazarlıksız yarınlar… Ham acılar daha da acı…

İşte yangınlarım geri gidiyor. Nemlenen gözlerimin dermanı çekilmiş. Vurgun yemiş dallar çatırdıyor gündüzün ortasında… Cellatlar sehpaları çoktan dikmiş. Ölümü yatırmışlar pusuya… Vakit çoktan çekilmiş.

Güneşin rengi yok şimdilerde… Gülen bebeklerin kundağını beşiklerden çalanlar yoruldu mu yaşamaktan? Analar yoruldu mu yavrularını uyutmaktan? Ninnilerin umudu çekilmiş çoktan… Karanfillerin kokusu kan tadında… Yalnız kaldı bütün çiçekler, kimsenin bilmediği kuytularda… Oysa ellerim kaybolmuştu bir gece vakti…

İşte düşlerim geri gidiyor. Aynadaki hayalim batıyor denizlerin buzul rengine… Bulutlardan sağanaklar değil, ifrit hünerler boşalıyor. Yeryüzü kanıyor bir kere daha… Şiirler yanıyor, yangın yerinde… Kıyametler kopuyor şehrin karanlığına… Bu şehri yağmur tutacaktı oysa… Sana bir türkü diyecektim az sonra… Az sonra çınlayacaktı kulakların…

İşte nefeslerim geri gidiyor. Bu ayrılık ilk değil gülüm… Nereye gittiği bilinmez insanların. Sabahlar olur uyanamazsın. İçinde çarpışan yağmurlar, hangi şimşekleri çaktırır? Yağmurlar boşanır inadına ve denize yürünür ansızın…

İşte ellerim kayboluyor bir gece vakti… Ümit sonsuza kadar benimdir. Güller ölmemiştir hala gülüm… Kim toprağı sürer gövdeme? Ve çocuklar bilirler mi üşümediğimi?.. Çocuklar bilirler mi barışın sıkılan yumruğunu? Bilirler mi düşlerinin çalınmadığını?.. Ama ben bilirim anaların hala yorulmadığını…

İşte geliyorum. Başımda kuşlar, elimde güllerle… Denize yürüyorum aniden… Ellerim saçlarını okşuyor gecenin… Cellatlar devirin sehpaları… Çiçekler dirilmiştir kuytularda…

Güller ölmemiştir… Güller ölmemiştir.

SEN YÜREĞİNİ NEREYE BIRAKTIN?

Varlıkla yokluk arasındaki farkı görmeye, yokken varlığın kıymetini bilmeye var mısın? Başkalarını kendinden daha çok düşündüğünü hissettirmeye hazır mısın?

Kapıları aralamaya, elini uzatanların elini tutmaya, verirken hoşnut olmaya var mısın? Bencilliği bir kenara bırakanlardan olup, sadece başkalarının mutluluğunu tercih etmeye var mısın?

Sen bir açın karnını ne zaman doyurdun? En son ne zaman dindirdin bir ocağın yangınını? Yangınları bilir misin? Ocağında ateş yanmadığı halde umudunu katık yapanların yaşadığı huzuru bilir misin? Orada yangın yürekte başlamış ve bitmemiştir. Sofrada bir kuru soğan olsa da ekmeğin adıdır sevgi…

Bir sıcak çorbanın hatırını saydın mı hiç? Bir elmaya hasret kaldın mı? Tadını bilmediğin meyve ya da sebze var mı senin? Yediğin lokmayı boğazına dizecek kadar acı yaşadın mı oturduğun yerde… Göbeğini kaşıya kaşıya aç olanların halini seyrederken üzülmekle mi geçti yoksa ömrün?

Hayat sana karanlıkmış oysa… Vefa sana yabancı, zafer sana uzakmış… Sen kendini fildişi kulelerde sanırken yerin yedi kat dibindeymişsin meğer… Meğer ne çok aldanmışsın elindeki her şeyin senin olduğuna… Vermek zor, almak kolaymış bu hayatta… Almadan vermeye var mısın? Küskün bir yüreğe teselli olmaya? Başkalarının verdiği yaşam kavgasına dahil olmaya ve hayatı kimseye zindan yapmamaya var mısın?

İnsanoğlu en çok kendine düşmanlık edermiş. Hırslar en kötü düşman, nefis zalimin ta kendisiymiş… Oysa bu dünyada vicdanlarını unutanlardır en çok içi acıyanlar… Feryat duyduğunda kulağını tıkayanlar, bir mazlum karşısında başını çevirenlerdir hayatın tadını kaçıranlar… Dünyanın kendi eksenleri etrafında döndüğünü zannedip yalana, riyaya teslim olanlardır onlar… Üç kuruşluk hevesleri için dostunu düşmana satanlardır onlar…

İyilik nedir bilir misin? Al “her şeyim senindir” diyebilmektir. Başkalarına zulmetmemektir. Yetimi gözetmektir, sui zandan kaçınmaktır iyilik… Güzel söz söylemek, samimiyeti elden bırakmamaktır iyilik… Kapıdaki komşunla, akrabanla iyi geçinmek, anne ve babayı üzmemektir iyilik… Ahde vefalı olmak, derde devalar sunmaktır. Dostunu bilmek, kardeşini başkalarına ezdirmemektir.

İhsanda bulunmanın verdiği hazzı yaşamaya var mısın? Yokluğun gerçekten varlığın ta kendisi olduğunu anlamaya? Birini binlere katmaya? Binleri mutlu etmek için bir ufacık fedakarlık yapmaya var mısın?

Sen yüreğini nereye bıraktın? Malını devşirirken, makamını yüceltirken sen gözlerini neye kapattın?

İçimize gömmeye çalıştığımız acılarımız vardı hepimizin… Yırtık pantolonlarımız her düştüğümüzde biraz daha yırtılırdı eskiden… Bulduğumuzu yer, bulamadığımızda sevgimizle beslenirdik. İhaneti buyur etmemiştik hiç sofralarımıza… Şehrin caddelerinde parlak ışıkların büyüsüne kapılmamıştık o zamanlar… Mahallemizin direğinden sızan ışıkla sabaha kadar kurduğumuz hayallerimizle yarenlik eder, gün ışıdığında soluğu dostun yanında alırdık. Rüyalarımız bize arkadaş, kurduğumuz güzel cümleler bize şahit olurdu. Bize yani kardeşliğimize… Annelerimizin elimize tutuşturduğu bir dilim sıcak böreği boğazımızdan geçirmezdik sevdiklerimizle paylaşmadan… O zaman öğretmişlerdi bize göz hakkının ne olduğunu… Paylaşmanın çoğalmak olduğunu o zaman söylemişlerdi.

Şimdi makamlarımızı, hırslarımızı, mallarımızı o hayallerle değişmez olduk. O hayalleri unutalı çok oldu. Konuşmayı unutalı, dert anlatmayalı çok zaman oldu. Yüreklerde çiçek açtırmayalı, hüznü unutturmayalı, kardeşi hoş tutmayalı çok zaman oldu.

Oysa bir başkadır iyiliğin hazzı… Güneşi başkalarıyla görmek başkadır. Yıldızlara dokunmak bir başkadır mutluluğu paylaştığın biriyle… İyilikle yol almak, iyilikle yola çıkmak bir başkadır. Bütün bilgileri, bütün makamları, bütün servetleri toplasanız fethedilmiş bir yürek etmez. O yürekte özgürlük, güven ve mutluluk vardır. O yürek/ler kanatılmazsa, zafer sizin ayrılmaz parçanızdır.

Hiçlikten geldiğini unutma sakın… Var sandıkların gelip geçer bir gün sakın aldanma dünyaya …

Mutluluğu uzaklarda arama… Hayatın basamaklarını kıyam ile çık… Huzura secde ile var… Bir ah işitsen de bin defa af diye yalvar…

Sev seni seveni… Sevindir sevdiklerini… Irmaklar taşır susamışlara… Tebessümü yay, gülmeyi unutanlara… Aydınlat kararan günlerini… Öğret sabrın tesellisini aldananlara…

Hediyeni uzaklarda arama… İçten gelen bir niyaz ile dirilt ümitlerini… Huzura ahlak ve edep ile var. Unutma bereket iyilikle başlar.

İyilik için yarışmaya var mısın? Varını değişmeye, yokluğu satın almaya hazır mısın? Bir yüzü güldürmeye, avuçlarından merhameti yağdırmaya var mısın? Yüreğinin tenhalığından kurtulup, güneşe yürümeye hazır mısın?

Bugüne talip olma ey gafil gönül… Ezelden ebede bir yolculuk var. Güneş dürülüp, gök yarılırken seni de beni de bilen biri var.

Ödülünü uzaklarda arama… Hırsların önünde en büyük engel… Gayretini bu dünyaya harcama… Her ne yaparsan ameline kar… Sakın unutma bugünün yarını da var.

TUT ELLERİMİ

Tut ellerimi,

Ve hiç bırakma…

Vaadi dolmadan sözlerimin,

Kuşatılmış zamanların tükendiği vakitlerden

sor beni…

Mühürlenmiş kelimelere inat,

avazı çıkan haykırışlarda bul beni…

dilimde sükut, kalbimde ikrar

ve gözlerimde cemren duruyorken

tut ellerimi…

Sonbahar geçse de içimden,

kırık bir hayalin camları batsa da yüreğime ansızın…

Sevgin galip geliyorsa her defasında öfkenden

bul beni…

Suskun hecelere inat,

Küskün zamanlara yakılan ağıt gibi,

Sonsuzluğa ayarlı saatlere vuruyorken zaman

Tut ellerimi…

Ruhumun fırtınalarına aldırma sakın

Nereden estiği belli olmayan bir yel savursa da düşlerini,

aldırma…

Ufkun en ötesine bak yalnızca

Baktığın yerde duruyorsam,

Gitmemişsem, yitmemişsem

Gözlerim gözlerindeyse hala

Tut ellerimi…

Hain bir el dokunmadan yalnızlığıma…

Tut yüreğimi,

Başka tutunulacak yar olmadığında,

Gitmemişsem, yitmemişsem

Baktığın yerde ruhumun izleri varsa

Bıraktığın yerdeysem hala

Tut yüreğimi…

Merhamet toprağımdan çekilmemişken …

Gözlerime haram bulaşmamışsa,

Ellerim hala soğuksa,

Yüreğim tir tir titriyorsa hala

Bul beni…

İkrarı olmasa da kelimelerin

İnkar etmiyorsa kalbim sevdiğini

Herkes yalana, sen bana talipsen

Saklandığım izbelerden sor beni…

Ey matemime sevgisini katık yapan,

Hain yalnızlıklara meydan okuyan,

Barış güvercinlerini usulca yüreğime yollayan sevgili,

Dimdik ayaktaysam, gitmemişsem, yitmemişsem

Tut ellerimi…

Ve hiç bırakma     

 http://www.habername.com/yazi-ayse-nur-menekse-tut-ellerimi-12225.htm