Bir sırrı keşfetmekteydi zaman… Mekan sırdaşını tanımaktaydı. Kalem sıcak bir el kendisine dokunduğu için bahtiyar, kağıt harflerle tanışmış olmanın huzurundaydı. Kağıdın hüznü dağılsın diye mürekkep nehir olup akardı. Harflerin kaderi kağıda ve mürekkebe sırrını açmaktı. Sabrı teselli ile yoğurmaktı Hattatın kaderi…
Güneşe doğru iltica eden bir güzel yürektir, kelam ve kalem ehlidir O… Kağıt ve kalem arasındaki aşka şahittir O… Zirvedeki imtihana talip, zoru başarmaya azimlidir O…
1937 yılında Erzurum’un Oltu’ya bağlı İnci Köyü’nde başlar hayat yolculuğu… Yoklukları varlığa değişmeye meyilli, ateşin içindeki güle sevdalıdır O… Kendi halinde yaşayan bir ailenin üyesidir Hasan Çelebi… Kağıt ve kaleme tutkundur tutkun olmasına ama okula gidememiştir. II. Dünya Savaşı’nın getirdiği ağır hayat şartlarına rastlayan çocukluğu onun hayallerini ertelemesine yol açacak, içindeki bu aşk yıllar sonra kalemin üstadı olarak anılmasına sebep olacaktı. İlk hocası dayısı sayesinde köy kahvesinin duvarına asılan Köroğlu ve Köylü gazetelerine bakarak okumayı ve yazmayı öğrenecek hatta okula giden çocuklara da dersler verecekti. Mısır koçanından yaptığı kağıtlarda huzuru bulacak, iz çıkaran kamışları hünerli elleriyle kaleme dönüştürecekti. O eller ki, kalemin de kağıdın da hakkını verecek ellerdi…
Kağıt karşılığı yaptığı ezberler ona hafızlığın yolunu açacak, hafızlık ise İstanbul’un kapılarını aralayacaktı. Bir uzun yürüyüşün öncüsü olmak, karanlığa bir kandil yakmak, gönüllerde taht kurmak düşecekti payına…
Hasan Çelebi sultanların rüyası, şairlerin methiyesi olan İstanbul’a geldiğinde henüz on altı yaşındaydı. Onun gözünde İstanbul bir hattatın elinde çizilmiş zarif elif gibiydi. İstanbul’a Kur’anı-ı Kerim’i tecvid ve erkanı ile öğrenmek için gelecek ilk durağı Bacağı Kesik İsmail Efendi olacaktı. Fatih’te Üç Baş Medresesi’nde beş ay, İsmail Ağa Medresesi’nde altı ay kaldıktan sonra oradan da Çinili Medresesi’ne geçecekti. Altı ay sonra Üsküdar Müftülüğü’nde müezzin vekili olarak görev alacak bir yandan da İstanbul’da ders aldığı medreselerin ve gittiği camilerin hatlarını taklit edecekti. İstanbul’da yaptığı askerlik dönüşünde evlenmek için gittiği Erzurum’da kalacak üç yıl sonra dayanamayıp İstanbul’a geri dönecekti.
Yıllarca müezzinlik ve imamlık vazifelerini yapacak, mezar taşlarına duyduğu ilgi onu Taşçı Yusuf ile tanıştıracak ve hat derslerinin yolu açılacaktı. Hattat Hamit Aytaç ile tanışıklığı Taşçı Yusuf sayesinde olacaktı olmasına ama Hoca meşgul olduğundan onu öğrencisi Halim Özyazıcı’ya yönlendirecekti. Halim Hoca ile başlayan hat dersleri dört ay sonra Halim Hoca’nın vefatı sebebiyle yarım kalacaktı. Kendisini boşlukta hisseden Hasan Çelebi Ömer Nasuhi Bilmen’in oğlu Avni Bilmen’in vasıtası ile tekrar Hamid Aytaç’a gidecek ve on sekiz yıl boyunca Onun öğrencisi olma bahtiyarlığını yaşayacaktı. Hamit Aytaç Hoca’nın vefatı ile geride bıraktığı vasiyeti Hasan Çelebi ile hat sanatının yeniden neşet edeceğini ortaya koyacaktı. “ Mezar taşımı Hafız Hasan yazsın.”
Hocanın vefatı ile duyduğu üzüntüden kağıdı kalemi altı ay eline alamayan Hasan Çelebi, bu yokluk ve zorluk dönemlerinde sohbetlere gidecek, araştırmalar yapacak ve kitaplar okuyacaktı.
1975’de Hamit Aytaç’tan sülüs ve nesih, 1981’de Kemal Batanay’dan rik’a ve talik meşk ederek dört yazıda icazet sahibi olan Hasan Çelebi artık tanınmış bir hattattı.
Kalem onun elinde konuşacak, kağıt sükut edip o kalemin sesini dinleyecekti. Sabrı hayatına aksettirecek, talebelerine sadece doğru yazmayı öğretecekti. Bildiklerini esirgemeyecek, kapısına gelen herkes onun sevgi ve sabır halkasında buluşacaktı.
Hayatı ile sanatı bütünleşecek, mihrap ile kalem arasında geçen ömrüne güzel şahitler bırakacaktı. Mihrap ve kalemi yar bilen Hasan Çelebi, kalemi sadece kağıda değil öğrencilerinin ruhlarına da değdirecek, onların hayatlarında unutulmaz izler bırakacaktı. Tevazu ile beslenen yanında gururdan izler taşımayacak, duvarlara meşk edilen yazılardan çok hat sanatını yarınlara aktaracak talebeler yetiştirmenin bahtiyarlığını yaşayacaktı.
İtidali elden bırakmayan Hasan Çelebi hayatı boyunca kimseyle kavgalı olmayacak, hayatının elli yılını adadığı hat sanatı ile Cumhuriyet Devri’nin ilk hattatı olma şerefine nail olacaktı. Yurt içinde elli üç, yurt dışında yirmi dört caminin yazılarını yazan Hasan Çelebi, Güney Afrika, Kuveyt, Kazakistan, Belçika, Tataristan’daki camileri de hatlarıyla süsleyecekti. Hizmet hayatının en bahtiyar zamanlarını Medine-i Münevvere’de Mescid-i Nebevi’de ve Kuba Mescidi’nde geçirecek, o beldede yazdığı yazılarla hayal edemeyeceği duyguların sahibi olacaktı. Yurt içi ve yurt dışında düzenlenen Klasik El Sanatları konulu pek çok karma sergiye katılacaktı.
2008 yılında Kültür Bakanlığı tarafından Sanata Hizmet Ödülü’ne, 2011’de de Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü almaya hak kazanacaktır. UNESCO tarafından “Yaşayan İnsan Hazineleri Ulusal Envanteri’nde” adı anılacak ve 2013 yılında Erzurum Atatürk Üniversitesi’nin düzenlediği bir törenle kendisine fahri doktora unvanı takdim edilecektir.
Artık “Reis’ül-Hattâtîn Hasan Çelebi” ya da “ Şeyh-ül Hattâtîn Hasan Çelebi” adıyla tarihler onun adını yazacaktı.
Himmet ve gayret ehli olan Hasan Çelebi talebeleri için; “iftihar olsun diye yetiştirmedim, İslam Sanatı yayılsın diye yaptım” ifadelerini kullanacaktı. Emek verdiği talebeleri için bir üniversiteydi O… Ümidini kaybedenlere bir hayat kandili, yoklukların içinde varlığı keşfedendi O… Eserlerindeki incelik ve zarafet Onun karakterinin bir yansımasıydı. Hasan Çelebi sanatı ile dünyanın dört bir yanında kendinden söz ettirecekti. Çizgiye söz geçirendi O… Kağıdı susturan ve kamışı konuşturandı.
Hasan Çelebi Hocamızın yüreğinde biriktirdiği sevgiden ve gözlerindeki ferden nasiplenmek istiyoruz. Kur’an’a hizmet ile geçen ömrünün bereketlenmesi dileğiyle…