GÖZYAŞI NE RENK?

Tut ki, zaman bütün hasretleri yuttu! Bilmiyorsun gerçek bildiklerinin sahtece sana yutturulduğunu…Veya hayal olduğunu, susturulmanın ardından hiç duyamayacağım haykırışlarını beklememin…

Tut ki, yaşlı bir sonbaharın kucağındayım. Bütün baharları sona ekledim. Son olan herşey, bahar özlemiyle bitsin diye… Daha baharlara doyamadan sonun güzelliği ile sarhoşum. Gerçi güzel olan, sonbaharın avuçlarında sunduğu ölüm muştusudur. Ebed buluşmasıdır sonu mükemmelleştiren…

Gecelerden ve sonbahardan bir daha bahsetmemeye sana söz vermiştim.

Tut ki, senin unuttuğun sözler de var. Yerine getiremeden çekip gittiğin… Veya “son veda” da gittiğim için göremediğim, nemli gözlerinin isyankârlığını unuttuğun günler de var.

Hiçbir şey söylemesen de olur.

Tut ki, bir veda busesi kondurmuşum geçen günlerin yanağına. Nicedir kimselere “dost” diyemiyorum. Farzet ki hâlâ dostumsun benim. “Hadi gel! Fazilet için yarışalım.” diyorum. “Sevgiyi unutanlara anlatalım, idealimizi çalıp götürenlere açtığımız seferde yorulasıya ileri atılalım.”

Çaresizce “sonra” diyorsun.

Tut ki, uzaklardan kös sesleri duyuluyor. Dedem Yavuz’un çağrısını işitiyorsun. Hâlâ mı irkilmedin? Hadi eğerle atını…

Nihayet uzun süren çağrılar ardından, gitmek için eğerliyorsun atını… Bütün atlar eğerleniyor. Şebnem kokusu doldurmuş yüreğini. Çölleri çiçek tarlaları yapmaya koşuyorsun. Şimdi çöllere rahmet yağıyor.

Bütün atlar delirdi mi ne?

Gülüyorsun.

Tut ki, zaman seninle ağladı. Mendil sundun zamanın gözlerine. Çocukların katledilmediği bir mekânda yarını bekliyorsun. Çığlıklar göğü kaplamıyor.

Bil ki, o mekânda sen cesaretsin. Çocukların ellerini tutup ulaşmak istediği, ulaşacakken kaçıp kaybolan ümitsin…

Sahi bu mekan neresi?

Mekân, yarınlara küsmüş bebeklere unuttuğumuz sevgiyi anlattığımız yerdir.

Cesaretin, tozlu sayfalardan kaldırılıp, bileklere yüklendiği…

İşte orasıdır mekân…

Adını diyemem. Haince bir pusu kurulur ardımdan… Belki kalemimi kırarlar da yazamam diye korkarım.

Mekân, ağlamaktan gözyaşları kurumuşların, sorsan “gözyaşı ne renk?” diye, al olduğunu söyleyenlerin yeri…

Soğuk cesetler bulvarlar boyu serilmiş. Mekân orası…

Zamanı ağlattın da ne oldu?

Vefasızdır zaman. Öyle vefasız ki, kendinden olanı umursamaz. Uzak kalanları yüreklerden de uzaklaştıracak kadar vefasız…

Bir de tutmuş övünüyorsun. Övünecek, sevincinle gökleri titretecek ne kaldı? Herşeyi maziye gömdükten sonra göğü böyle yumruklayışın neden?

Ne duruyorsun hâlâ? Eskiden olduğu gibi eğerle atını…

Tut ki, gökler kapılarını açtı sana, pervâz edip, uçasın diye…

Tut ki yağmur değil, ak çiçekler boşalıyor yeryüzüne…

Bunca eyleştiğin yetmez mi senin?

Hadi koştur atını ıraklara…

Tut ki, şehidler üstüne, senin üstüne doğdu gün…

Tut ki, orası Cennet diyârı…

(Altınoluk Dergisi-Haziran 1994, 100. Sayı, 37. Sayfa)